26 Mayıs 2007 Cumartesi

Kutluğ Ataman'la Bir Röportaj

"...Yani ben bir eşcinsel olmasaydım, bir travesti yahut da transseksüel olmasaydım, heteroseksüel de olsaydım böyle yapacaktım... bir işçi olsaydım işçi hakları için mücadele etmek zorunda kalacaktım, bir kadın olarak gelseydim kocamla uğraşmak zorunda kalacaktım..."

Demet Demir, Peruk Takan Kadınlar

Amaryllis Hippeastrum, fallikvari sürgün verişi ile göz alıcı, kösnül kırmızı/pembe/beyazlı çiçeklerine tomurcuklanmadan evvel yerin altında sessiz sedasız yatar. Uzun, pollen yüklü, kalkık stamenleri ile ya böcekleri baştan çıkarır ya da giysilerde parıldayan bir tortu bırakır. Yerel koşullarda, (Ataman'ın bir çalışmasında da takdim edilen) bu egzotik çiçekler 'değişik' ve yaşamdan büyük gibi görünür. Bu çiçekler bir çok bakımdan Ataman'ın ele aldığı öznelere -karakterlere- benzetilebilir.

Bu özneler, öyküleri, takıntıları,duyarlılıkları ve ben duyumları ile 'normal' toplumdan ayrı bir yerde gibidirler. Ataman, buna karşın, toplumun ucu ve merkezi arasındaki her tür karşıtlığı reddeder. Ona göre, ne kadar birey varsa o kadar da merkez vardır. Bunlar oldukça naziktirler, ancak eşit şefkatle iyi sonuç alabilirsiniz... Ataman, bu öznelerinin tamanında kendinden birşeyler bulur ( sadece tanıdığı ve özdeşleşebildiği özneleri seçer.) ve onlar üzerinden bizimle konuşmaya çalışır, fakat o, ne özneleri kendiliklerinden taviz verme durumunda bırakır ne de onları bu uğurda sömürür. Onlara kendi yarattıkları dünyanın merkezinde, hikayelerinin baş kahramanları gibi davranır.
Ataman'ın özneleri konuşur, hareket eder ve böylece kendi hayat hikayelerini yakın plan bir aktüel kamera karşısında bina ederler. Çoğunlukla yerel şartlarda kaydedilirler - tahminen bu mekanlar evleridir.- ve böylece biz izleyenler sanatçı ve oyuncu arasındaki neredeyse 'suç ortaklığı' düzeyinde bir samimiyet hissederiz. Bu oyuncular adeta kendi portrelerinin, belgesellerinin hem yazarları hem yönetmenleridirler.

Çalışmaları, tek-kanallı ve uzun süreli yahut öykülemin akışında rastlaşıp ayrıldığımız -günlük hayatımızda insanlarla nasıl karşılaşıyorsak- karakterlerin çokkanallı, her bir kanalda aynı anda öykülemin bir başka ses ya da görüntüsü sunulan projeksiyonlarından oluşur. İlk bakışta, tekniği belgeselcilerin 'fly-on-the-wall' (olayların bariz bir kamera müdahalesi olmadan kaydedilmesi) tarzını çağrıştırsa da, bir belgesel filmciye hiç de benzemeyen bir şekilde, kendi rolünü bu öykülemin mekaniğinin nasıl işlediğini ve kendi gerçekliğimizi nasıl yarattığımızı göstermek olarak algılar.

Sanat ve Belgesel

"Ben belgesel yapmıyorum." der, Kutluğ Ataman. "Ben oldukça öznel insanları oldukça nesnel bir şekilde aktarıyorum. Belgesel, doğası gereği, gerçeği vaadeder. Öznesiyle birinci dereceden bir ilişki geliştirir ve buna dayanarak izleyicisi de kendisini böylesi bir ilişki içinde konumlanmalıdır. Bense gerçeği vaadetmiyorum. Aksi bir iddiaya da hep şüpheyle yaklaşmışımdır."

"Bugünlerde, belgesel dediğimiz şey televizyona indirgenmiş durumda. Her hangi bir kanala belgesel yapmak istiyorum diye gidince size sinopsisinizi sorarlar. Bu, daha filminizi henüz çekmeye başlamadan evvel sunmayı vaadettiğiniz gerçekliğin bir betimlemesiyle gelmelisiniz demektir. Başka bir deyişle, gerçekliği, yaşadığımız dünyayı henüz kamerayla dışarı çıkıp etüt etmeden, bu gerçekliği nasıl kurmacasal-laştıracağınızın betimini sunmalısınızdır. TV deki savaş haberlerine bakın. Haber sunucuları ( haber 'yaratırcasına') daha çok tiyatro yönetmeni gibi davranıyorlar."

"Tvde diğer medyalarda ve aslında her yerde, gerçeklik diye benimsediğimiz şey esasen bir kurmaca gibi işliyor. Gerçek insanlar bir karaktermişçesine sunuluyor( örneğin, tüm müslaman ve Arap dünyasının Saddam Hüseyin ve Usame bin Ladin'in mini klonlarıymış gibi resmedilişi)."

'Bir sanatçı olarak, oyucularla kopuk bir ilişkinin tekrar kurulması ve onların kendi öykülerini bu ekran üzerinde sadece konuşarak nasıl kurduklarına ilgi duyarım.İşte bu yaratım mekanizması -kendimizi nasıl bir kurmaca karaktere dönüştürdüğümüz- böylece izleyiciye gösterilmiş olur. Ben, izlemenin yol açtığı gerçeklik yanılsamasındansa, izlemenin mekaniklerine ve gerçekliğin nasıl kurulduğuyla ilgilenirim.'

"Her sanatsal yaratım entellüktüel okumalara açık olmalıdır. Sanat, bence, güzel bir obje değildir örneğin. Bu zanaattır. Bir çalışma güzellik hakkında olduğu zaman sanat halini alır. İşte bu yüzden çalışmalarımı, yaşamımız ve -haksız bir iddia olmayacaksa- medeniyet için yeni anlamlar yaratmak yerine her şeyin bir BigMacmişçesine tüketim için sunulduğu sinema salonları ve televizyondansa, müze ve galerilerde sunma taraftarıyım."

Sanatçının Uzanımları

Ataman'ın özneleri normal toplumun sınırlarındaki eksantrik bireylermiş gibi bir izlenim bırakabilir. Fakat sanatçı böylesi betimlemelerin karşısındadır. "Ben bu "toplumun sınırı" denen şeyi anlayabilmiş değilim.", der. "Kim kimin topluma göre nerde konumlanacağını nasıl belirleyebilir? Toplumdaki koltuklar numaralıydı da niye benim bundan haberim yok? Bana göre, her birey toplumun merkezidir, çünkü toplum biz bireyler üzerinden kurulan birşeydir. Biz onunla çepeçevre sarılmışızdır, ne kadar birey varsa o kadar merkez vardır. Bu yüzden, birini sırf transvestit ya da hırsız olduğu için kendi yaşamının kıyısında gibi tanımlama fikri kanımca oldukça absürt."

"Bu bir sınıf meselesi midir? Yoksa tamamen ekonomik mi? Ya da ahlaki? Bizim kimin nerede oturcağına dair vereceğimiz hükmün kıstaslarını kim belirliyor? O zaman Prenses de toplumun sınırındadır. Ne de olsa, sadece bir prenses var, ve çağımız koşullarında bu oldukça tuhaf bir meşguliyet. Ben böyle düşünmüyorum. O da hepimiz gibi toplumun merkezinde olma hakkına sahip. Bu merkez-sınır kutuplaşmasının günümüz toplumu açısından oldukça arkaik ve işlevsiz olduğunu farketmeliyiz. Hepimiz eğitimli insanlarız, yanlış ve problemli olduğunu bile bile bir takım kalıplar kullanmamız oldukça utanç verici."

"Ben oyuncularımı kendimin bir uzanımı gibi algılarım. Bir çok yönden, benim takıntılarımı, mütalaalarımı ve problemlerimi yansitırlar. Mesela, Veronica Read. Onunla kendi çoban çiçeği soğanı koleksiyonum sayesinde tanıştım ve esas niyetim onunla bir iş çıkarmak değildi. Başka insanların belgeselini yapmaya yetkili görmüyorum kendimi. Dahası bu yetkiyi kendinde bulanlara da oldukça şüpheyle yaklaşırım.Sadece kendim hakkında konuşabilirmişim gibi geliyor bana. O yüzden dışarı çıkıp bana benzeyenleri arıyorum, onlardaki kendi yansımamı ortaya çıkarıyorum ki bu yansımam benim onlarda göstermeyi kendime müsaade edebileceğim nadide taraftır; kendimi onların pek de bilmediğim diğer taraflarını anlatırken bulmak beni kaygılandırır.Ve zaten bence o taraflarda benden birşeyler olmadıkça o tarafları pek iyi bilemem. Kaldı ki birinin kendisini bilmesi bile yaşamboyu uğraş gerektirecek birşeydir."

Otoportre

"Ressam bir şeyi resmettiği zaman, esasında o şeyi resmediyor değildir, o şeye dair algısını resmediyordur. Ki bu algı, nesnel bir gerçeklikle o şeyin kimliği oluverir, aslında bu oldukça özneldir. Bütün portreler, sanatsal yahut belgesel, bundan kaçamaz. Bu yüzden ressamların dünyayı resmettikleri iddiası yanlıştır. Onlar aslında kendilerini resmetmektedirler, çünkü dünyaya dair kendi algılarını resmetmektedirler."

"Ben ele aldığım şeylerle bu denli bir birinci dereceden ilişki içerisinde olmakla ilgilenmem. Ben ne bir resam ne de belgeselciyim. Bu "resmetme" mekanizmasının işleyişini açığa çıkarmak için öncelikle öznemle aramda olan ilişki kopmalıdır.Mesela, Peruk takan kadınlarda,esasında hepsi de benim uzanımım olan dört özne ile çalıştım ki, onlar aracılığıyla kendimi resmediyor olduğumu gösterebileyim. Bu çalışma dört-kanallıydı, her birinde bir kadının öyküsü ve peruğuyla olan ilişkisi anlatılır. Fakat bütün bu dört ekran birleşip tek bir ekran oluşturulursa( dörde bölünmüş de olabilir), bu beşinci kanalda aslında benim hikayem akmaktadır, bu benim otoportremdir."

"İlk kadın, Türkiye'deki askeri darbe sonrasında terörist olmakla itham edilmiş,ki bu deneyim esasında benim bu yaklaşık 300,000 kişinin hapsedilip işkence gördüğü, ve bu işkenceler esnasında toplanan delillere binaen idam edildiği darbeye ilişkin deneyimime oldukça benzemektedir. Dönemin generallari hala yargılanmadı ve Türkiye'deki bu temel adalet noksanlığı toplumun ve benim vicdamızı rahatsız eden kanserli bir problem halini aldı. Bu kadın kimliğini bir peruk yardımıyla değiştirerek, benim kurtulamadığım bu işkence ve kanunsuz hapisten kurtulabilmiş."

"İkinci kadın kanser, gögüs kanseri. Tedavi maksadıyla gördüğü kemoterapi saçlarını etkilemiş. O kimliğini muhafaza etmek için takmış peruğu.Onun bu deneyimine kendimi çok yakın hissettim,çünkü benim de böyle sıkıntılarda çabuk toparlanabilen bir yapım vardır. Onun bu kavgasıyla özdeşleştim, onun cesur ve mücadeleci ruhuyla, çünkü benim de böyle bir ruhum vardır. Fiziksel olarak hücuma uğramış olmak da bana tanıdık bir şey, çünkü politik muhalif tavrımdan dolayı Türkiye'de yaşamım tehlike altındaydı. Nihayetinde, bize dört bir yandan hücum etmiş bir hastalıkla bizi yok etmek isteyen bir devlet arasında ne fark vardır ki. Her ikisinde de kontrol edemeyeceğin güçlerle karşı karşıyasındır ve ikisi de korku doludur. Her ikisinde de size yardım edebilecek tek kişi kendinizdir."

"Üçüncü kadın ise Fransa'da olduğu gibi Türkiye'de de yasak olan dini örtüsünden dolayı üniversiteye gitmekten alıkonmuştu. Yine, nasıl davranmanız, kim olmanız gerektiğini ki belirleyen bir iktidar. O da bu yüzden doğal saçını kaplayan bu perukla, öğretmendense bir polismiş gibi davranan profesörlerini de şaşırtıp, onlara sıkıntı vererek okuluna devam etmiş."

"Dördüncü kadın da transeksüel bir fahişeydi. Polisler kadına benzeyemeyip sokaklara çıkamasın diye durmadan saçlarını kazımışlar. O da peruk takmış. Ben de bir gay olarak Türkiyedeki böylesi muamelelere aşinayim, nasıl onda kendimi görmeyim."

"İşte böylece bu dört kadını biraraya getirip onların sadece basit bir peruk kullanarak nasıl da kendi kimliklerini kurmak ve ifade etmek için mücedele ettiklerini gösterdim. Bu iş yansıtıldığı zaman , ben seyirciler gibi dört ayrı parça görmüyorum. Dörde bölünmüş bir ekran görüyorum ve bu ekranda benim resmim var.Bu bağlamda, evet, işlerimle otoportre resmetme geleneği arasında yakın bir ilişki görüyorum."

Biçim,Yanılsama ve Gerçeklik

Atamanın video çalışmalarının çoğu çok kanallı projeksiyonlardır. Bunun arkasındaki fikir nedir?

"Çoklu ekran, benim bir çalışmadan diğer çalışmaya geçerken gerçekliği kurma şeklimizin nasıl değiştiğine ilişkin kafa yormalarımdan açığa çıkan bir fikirdir. Peruk takan kadınlar'da, dört ekran izleyiciye bu görüntüler arasında gidip gelme şansı sunuyor, böylece her izleyici sadece kendilerne ait bir öykü seçip kurma özgürlüğüne vakıf oluyor. Başka bir deyişle, kurgu işini onların yapmasına müsaade ediyor, böylece, gerçeklik yanılsamasının kuruluş mekanizmasının farkında olmalarını sağlıyor.

Örneğin,'Veronica Read'in Dört Mevsimi'nde,kadının kendini teslim ettiği o çiçek soğanlarının yıllık döngüsüne takıldığı anda, öykü başını ve sonunu yitirip bir halka oluşturur. Bu yüzden, ekranlar bir kare oluşturacak şekilde yerleştirilmiştir, böylece izleyici öyküye arkadan dolanıp bu küpün içine girerek erişir.Bu Peruk Takan Kadınlar'daki aynı şey, ama onun üç boyutlu hali, ve mesele takıntı olunca bana daha bir uygun gibi geldi. Çünkü ordaki oyuncu da tıpkı hepimizin yaşamlarında olduğu gibi kendi öyküsünde takılıp kalmıştı. Bunlar galeri alanında sahip olduğum ve tek kanallı gösterimlerde sahip olamayacağım özgürlükler."

Ataman'ın bazı çalışmalarının süresi oldukça uzundur- mesela, tek kanallı, 465 dakika süren Semiha b unplugged. Herhalde izleyicinin bu çalışmayı baştan sona izlemesi beklenmiyor olsa gerek! "Bu benim ilk çalışmamdı.", diye belirtir Ataman, "ve hemen ondan sonraki çalışmam Peruk Takan Kadınlar'da kullandığım çokkanal kullanımını mütalaa etmemden önceydi. Niyetim, Peruk Takan Kadınlar da ki niyetimle aynıydı, fakat onu başka bir şekilde gerçekleştirmeye çalışıyordum."

"semiha b, bütün bir hayatın yeni baştan yaşanmasıydı. Çok özneldi. Dikkatli biriyseniz, gördüklerinizin gerçek mi kurmaca mı olduğu konusunda şüphelenmeye başlayabilirsiniz. Bu çalışmayı gören bir çok küratör onu itibari değeri ölçüsünde değerlendirdiler, çünkü onlar Türkiye'ye gelen batılılardı ve Müslüman bir toplumda Semiha gibi bir kadınla karşılacabileceklerini pek ummuyorlardı. Bu büyülenmişlik sebebiyle, başlangıçta çalışmayla entelektüel bir ilişki kuramadılar, pek entelektüel-vari olmayan bir şekilde onu idolleştirip hayran olma yoluna gittiler. Bence bu çalışmanın ana noktası uzunluğu. Bu uzunluk, bütün hikayeye ulaşmanızı engelliyor. Bu fiziksel bir olanaksızlık. Böylece dalıp-çıkmalarla bir yaşantıya ait kendi izlenimlerinizi oluşturabilirsiniz fakat bütün hikayeyi asla... Peruk Takan Kadınlar'da olduğu gibi, herkes kendi kurgusunu kendisine has bir şekilde yapmak ve gerçekliğin kendine özgü versiyonunda gezinmek durumundadır."

Channel 4 röportajı
tesmeral sekdiz çevirisidir.

Kutluğ Ataman kimdir?

Kutluğ Ataman (d. 1961, İstanbul), Türk film yönetmeni ve çağdaş sanatçı. Filmleri ve sanat eserleri dünya çapında gösterilen sanatçı İstanbul, Londra ve Erzincan'da yaşamını sürdürmekte, Resim sanatı dışında filmleri de, belgesel stiliyle ev videosu türünün içtenliğini birleştirmekle tarif edilmektedir. Kutluğ Ataman, 1988’de Amerika'da Los Angeles, Kaliforniya Üniversitesi (UCLA)'de sinema yüksek lisansını tamamlamıştır.

 

1 Mayıs 2007 Salı

Toplumsal Cinsiyet "Gender" Kavramı

İnsanların genetik özelliklerinden kaynaklanan ve biyolojik işlevleri - anatomik yapılarınca belirlenen cinsiyetlerine karşın gender, kişinin cinsiyeti ile ilgili kendi öznel algısı ve deneyimi olarak tanımlanmaktadır. Gender'ın biyolojik cinsiyetin toplumun yapı ve işleyişindeki sosyal roller için yeniden biçimlendirilmesi olduğu söylenebilir.

Her kültür kadın ve erkeğe üretildiği toplumsal pratiğin temel yapılarınca belirlenen roller vermektedir. Kültür içine doğan insan yavrusu da bu rolleri alarak /eğitilerek/ içselleştirerek büyümekte ve biyolojiden bağımsız olarak kadın ya da erkek olmaktadır. Bu bağlamda gender'ın, biyolojik cinsiyetle belirlenen dişilik ya da erkeklik yapılarının, toplum içinde hem bireyin kendi öznel algısı hem de toplumun ortak duyusu olarak yeniden anlamlandırılması ile ortaya çıktığı söylenebilir.

Gender hem bireyin kendisini kadın ya da erkek olarak nasıl hissettiği ile hem de toplumun kadın ya da erkeğe nasıl baktığı ile ilgilidir. Gender kültürler arasında farklılıklar gösterir. Genel olarak "kadınlık" (femininity) ve "erkeklik" (masculinity) olarak tanımlanan bu özellikler her kültürde aynı özellikleri taşımazlar. Örneğin bir kültürde sevecenlik kadınlıkla ilgili bulunurken başka bir kültürde erkeklikle ilgili bir özellik olarak kabul edilebilir. Gender'la ilgili en önemli yanılsama gender'ı belirleyenin biyolojik yapı olduğu düşüncesidir. Gender kadın ya da erkeğin kültür içinde bulundukları konum ve oynadıkları rol ile ilgilidir. Gender kadın ya da erkeğin kültür içinde üretim ilişkilerine katılma biçimleri ve rolleriyle belirlenir. Başka bir deyişle kadın ya da erkeğin toplumsal pratiğe katılma biçimlerini biyolojik yapılarının değil gender'ın belirlediğini söylemek gerekir.

Bu durumda gender'ı belirleyen etmenlerin değişimine bağlı olarak gender'ın da değişeceğini söylemek mümkündür. Gerçekten de gender'la ilgili düşünceler ve tek tek bireylerin kadınlık ya da erkeklikle ilgili algılarının değişik kültürlerde ve aynı kültür içinde, değişik zamanlarda değişim gösterdiği bilinmektedir.

Gender ve İdeoloji

İdeolojiyi bir insanın ya da toplumsal bir grubun zihninde egemen olan fikirler ve tasarımlar sistemi olarak tanımladığımızda ve ideolojiyi bireylerin gerçek varoluş koşullarıyla aralarındaki ilişki olarak gördüğümüzde, gender'ın ideoloji ile belirlenen ve bireyin toplumsal pratik içinde üstleneceği kadın / erkek rolünün ne olduğunu ve nasıl olması gerektiğini tanımlayan bir kavram olduğunu kabul etmek gerekmektedir. Kadın ya da erkeğin farklı üretim ilişkileri ve farklı kültürlerde edindikleri gender kimliğinin farklı olduğu ve üretim ilişkileri değiştikçe kadın ve erkek rollerinin de değiştiği / değiştirildiği bilinen bir gerçektir.

Bu anlamda kadın ve erkek rolleri de varolan üretim ilişkilerince belirlenmekte ve kabul ettirilmektedir. Örneğin 2. Dünya Savaşı sonrasında ABD'li askerler evlerine döndüklerinde savaş sırasında onlardan oluşan boşluğu doldurmak üzere çalışma yaşamına sokulan kadınları yeniden eve döndürebilmek için bilinçli bir Amerikan aile tipi dayatması yapılmış ve kadın gender'ının ev kadını, çocuklarının koruyucusu ve bakıcısı ve evin hakimi gibi özellikleri olduğu, tersine erkeklerin ev işi ve çocuk bakımında yeteneksiz olduğu propagandası yapılmıştır. O dönem ABD'sinde orta sınıf kadınının yaşamı;romantik sevgi, kucakla çocuk bezi, okul aile birliği toplantıları, aile kavgaları, sonu gelmez zayıflama rejimleri, kadınların sıkıntılarını gidermek için yapılmış TV eğlenceleri, reklamlar ve ruhsal tedavilerden ibarettir. Tıpkı şimdi bizdeki gibi. Bununla birlikte ideolojinin üretim ilişkilerindeki değişime paralel olarak hemen değiştiği ya da ideolojinin üretim ilişkilei üzerine hiç etkisinin bulunmadığını söylemek olası değildir.

Aynı örnekten yola çıkarsak ABD'de kadınları yeniden eve gönderme çabasının çok da başarı kazanmadığı ortadadır. Bir kere çalışma yaşamına katılan kadınlar bir daha eve geri dönmemişlerdir. Bu durum süreçte 70'li yılların kadın özgürlüğü hareketini hazırlayan etmenler içinde yer almıştır. Burada dikkat edilmesi gereken ikinci nokta; bir üst yapı kavramı olan gender'ın, üretim ilişkilerinin dayatmasına hemen ve tepkisizce yanıt verdiği düşüncesinin de yanlış olduğudur. Çoğu zaman üretim ilişkilerindeki değişim gender'a dolaysızca yansımaz. Hatta bir direncin ortaya çıkacağını söylemek bile mümkündür. Çünkü gender doğumla başlayan öğretilme sürecinde öylesine içselleştirilir ki, çoğu zaman bireyler gender'la ilgili bir değişimi kadınlıklarının ya da erkekliklerinin kaybolması ya da zarar görmesi tehdidi olarak algılarlar. Bu durum karşılıklı ilişkide de geçerlidir. Gender'la belirlenen normlara uygun davranmayan bir kadın hem erkeklerin gözünde hem de diğer kadınların gözünde "kadınlık" yönünden eksik, hatalı hatta bozuk gibi görülebilir. Topluluk içinde rahatça gülen bir erkeğe "karı gibi gülme!" denir ya da girişken, dışa dönük, kavgacı bir kadına "erkek fatma" olarak yaklaşılır. Eşcinselliğe yönelik yoğun dışlayıcı, damgalayıcı tutumlar da onun gender'a yönelik bir tehdit olarak algılanmasından kaynaklanır.

Selçuk Candansayar
Birgün Gazetesi / Bilim sayfası / 11 Ekim 2004

gacistanbul.org - 02 Mayıs 2007

Trans Kadın Olmak

düşlerim gerçek; gerçeğim yalan!..”
kadın şarkıları’ndan...

I.

zordur... sürekli didişir durursunuz bedeninizle. doğanın rastlantısallığının sonuçlarını düzeltmek size düşmüştür. bedeninizi yeniden "tasarlamak"; yepyeni bir beden yaratmak zorundasınızdır. bir anlamda tanrıyla yarışmak yani...

sesiniz, tüyleriniz, elleriniz, ayaklarınız, cildiniz, göğüsleriniz, kalçalarınız, cinsel organınız; hepsi beyninizde "arıza" olarak kodlanmıştır. onarılmalıdır. bunun için içinizde "tasarladığınız" kadına giysiler giydirmek, makyaj yapmak hiç bir zaman yeterli gelmeyecektir size; çok daha derinlere inip, kimyasını değiştirmeniz gerekir bedeninizin. bu, yaşamınızın bundan sonraki bölümünü psikiyatristlerle, endokrinologlarla, bir sürü tahlillerle ve bir takım ilaçlarla geçireceksiniz demektir. gün gün bedeninizdeki değişimi izlersiniz artık. yeni bağımlılığınıza da merhaba dersiniz; aynalar...

ölmek isteyeceğiniz zamanlar çoktur. ne yapsanız, ne etseniz hiçbir zaman tam da içinizdeki kadın olamayacağınızı düşündüğünüz zamanlar ölmek istersiniz. gerçekleşmesi için çalıştığınız düş yaşamla tek bağınızdır. uyandığınız anlarda ölmek isteyeceğiniz bir düş... bu düşün gerçek, gerçeğinse aslında bir düş olduğunu kimselere anlatamazsınız.

ailenizden, dostlarınızdan ister istemez uzaklaşırsınız.

oluşmakta olan "yeni" bedeninizi bir yandan gizlemeye çalışırken, bir yandan da görmesini istersiniz herkesin. ikili bir yaşam sürdürmeye başlarsınız artık; meşru olan ve olmayan... dişiliğinizi dışa vurmamaya ne kadar çalışsanız da bunun elinizde olmadığını, yani bir "tercih" değil, bir "zorunluluk" olduğunu anladığınızda en sancılı süreç başlar; açılma... açıldıkça daha da yalnızlaşırsınız...

bu "yalnızlaşma"nın bir diğer boyutuyla da, tanrıyla yarışıyor olmanızın diğer insanlarda uyandırdığı rahatsızlık, öfke, öteleme, yok sayma, yok etme duygularıyla karşılaştığınızda tanışırsınız. sokakta meraklı, alaycı, aç, öfkeli gözlerden kaçırmaya çalışmak boşunadır gözlerinizi. annesine "anne bu kadın mı, erkek mi?" diye soran çocuğun sesi ister istemez uğuldar beyninizde. çarşıda, pazarda satıcının "buyur abla!" derken gözlerindeki alaycı ifadeyi nereye koyacağınızı bilemezsiniz. sürekli tetikte olmanız gerekir kalabalıkların içinde. kişilerin bir başınayken kuzu, grup halindeyken kurt olduklarını öğrenmişsinizdir artık; sık sık yolunuzu değiştirirsiniz.

gittikçe daha alıngan, kırılgan olmaya başlarsınız. sevgilinizle yollarda hiçbir zaman el ele, sarmaş dolaş yürüyemeyeceğinizi bilmek, dostlarınızın artık sizinle birlikte görünmekten kaçındığını görmek acıdır. kocaman mutsuzluklar ve küçücük mutluluklarınızla yaşamın kıyısında yürürken, sizi kıyıdan daha içerilere çekecek dost eller ararsınız sürekli. sizi "böyle" sevecek dostlar...

zira onların gözlerinde, doğduğunuzda size biçilen cinsiyet rolünü reddederek yaptığınız bu mikro "devrim"e duydukları saygıyı görmek sizi ayakta tutacaktır.

II.

peki neden bu “acı - mutlu” hayat? (bitter - sweet manasında!). mutluyum evet; bunca acı ve zorluğa karşın. “egemenin” bedenim üzerindeki egemenliğine “görece” son verdim. bedenim ilaçlarla, ameliyatlarla her ne bokla da olsa, giderek benim istediğim beden oluyor. artık kendimi seviyorum. bedeli ne olursa olsun...

“cinsel yönelimim”mi cinsiyet rolümü reddetmeme yol açtı? (eşcinsel dostlarım duruma biraz böyle yaklaşıyor; erkeklere ilgi duyuyorum, eh! eşcinsellik de hoş bi şey değil, o halde kadın olmalıyım...) hayır! beynimin derinliklerinde yaşadığım bu değildi. hatta cinsel yönelimim üzerinde çok da fazla kafa yorduğumu söyleyemem. kafamı yoran bedenimdi. bu beden benim değildi. bedenim bir erkek bedeni ama “cinsiyet kimliğim” kadındı. dikkat: “biyolojik cinsiyetim” demiyorum, cinsiyet kimliğim söz konusu olan... beden - beyin diyalektiği... 0-3, 0-5, 0-8 herneyse, o yaşlarda, çok “çeşitli” nedenlerle oluşan... (bu “çeşitlerin” içinden modern tıp da çıkabilmiş değil henüz. eh! tıpta her bilinmeyenin de cevabı deliliktir; o halde bana da bir çeşit deli gözüyle bakılabilir; bu nedenle olsa gerek bedenimin “istediğim beden” olması kararını psikiyatristlerin vermesi...)

III.

peki ben “rol” mü yapıyorum? hani cinsiyet rolü filan diyoruz ya... yani “erkek” olmama rağmen “kadın rolü” mü oynuyorum? yakın bir erkek arkadaşım “erkeklik zor bir kimliktir; sen herhalde bunu kaldıramadın” demişti. bu nedenle mi “rol” değiştirip, bin kat daha zor bir yaşama giriştim? yeni tanıştığım bir kadın arkadaşım da “transeksüel olduğun hiç belli olmuyor, söylemeseler inanmazdım” dedi geçenlerde. beni bir kadın olarak kabul etmiyor ama ‘rolünü iyi oynuyorsun’ demeye getiriyordu.

kadınlık ve erkekliğin “öğrenilen”, dahası: “öğretilen”! roller olduğunu cinsiyetimi, bedenimi “yeniden inşa” ederken öğrendim. “yeniden inşa” gereksinimi duymayan insanlara bunu anlatmanın zorluğunu da çok yaşadım. cinsiyet kimliği kavramını bilmeyen, cinsiyeti yalnızca biyolojik cinsiyete indirgeyen insanlar toplumsal cinsiyet kavramını ne kadar doğru algılayabilirler?

bir örnek: üç hostes kızımız gökten düşmüş ve bir kitap yazmışlar. köpeği için servis isteyen gazeteciler, hosteslere kur yapan sanayiciler filan. ama doğal olarak benim en ilgimi çeken bölüm, kur yaptığı kişinin “erkek” çıkması sonucu “rezil” olan playboy oldu. yazarlarımız, playboy’umuzun yanında oturan hatunu “mini etekli nefis bir hatun” olarak betimlemişler önce. eh playboy bu, durur mu; kur yapmış garibim. ama her nasılsa hatunun transeksüel olduğu öğrenilince, playboy ve yazarlarımız anında, hatunun “aslında erkek” olduğuna kanaat getirmişler. ah cehalet, vah cehalet...

peki benim “devrimime” saygı duyan heteroseksüel ya da kimi eşcinsel kadın arkadaşlarım çok mu farklı bakıyorlar bana? her ne kadar hissettirmemeye çalışsalar da yazık ki bakışları üç aşağı, beş yukarı aynı... yani “biyolojik cinsiyet” belirleyici oluyor çoğu zaman.

IV.

eh! dönmeyim! sonuçta... dönme: yaygın kullanımı açısından bu kadar yanlış kullanılan ama olguyu bu kadar doğru betimleyen bir sözcük daha var mı acaba?

evet döndüm... gerçeğime!.. bana öğretilene değil; duyumsadığıma, içimde yaşadığıma...

gözlerinizden öpüyorum.

serap

gacistanbul.org - 02 Mayıs 2007