23 Ekim 2005 Pazar

Cinsel Yolla Bulaşan Hastalıklar

Cinsel yolla bulaşan hastalıklar (CYBH), cinsel ilişki ile geçen enfeksiyon hastalıklardır. En sık rastlanan enfeksiyon hastalıklar grubunda yer alırlar. Bu hastalıkların tedavileri için harcanan paralar, ülkelerin sağlık bütçelerinde anlamlı yer tutmaktadır. Büyük yükler getirmektedir. Bu hastalıklardan korunmakta en etkin yol, her tür cinsel ilişkiden kaçınmaktır. Bunun iyi bir seçenek olmadığı açıktır. Eğer cinsel yaşamda aktif iseniz sizi koruyacak bir çok yöntem vardır.

Her eşin de tek eşli olduğu, tek eşlilik
Erkeklerin kondom (prezervatif, kaput) kullanması
Eğer damar yolu ile ilaç alıyorsanız mutlaka steril enjektör ve iğne kullanımı
Düzenli check-up yaptırmak ve CYBH kontrolleri yaptırmak
CYBH bulgularını bilmek ve bu konularda da dikkatli olmak
Adet dönemlerinde cinsel ilişkiden kaçınmak
Anal ilişkiden kaçınmak veya erkeğin kondom kullanması

Herşeye rağmen CYBH semptomlarını fark ederseniz yapmanız gereken ilk iş, doktorunuza gitmektir.

Doktorunuzun vereceği tedaviyi tam olarak uygulamalısınız.
Eğer emzirdiğiniz bebeğiniz varsa memeden kesin.
Cinsel ilişki yaşadığınız kişileri bilgilendirin, onların da en kısa zamanda tedavi almalarını sağlayınız.
Tedavi süresince ve doktorunuzun belirleyeceği zamana kadar cinsel ilişki kurmayın.
Tedavi bitiminde, tedavinin başarısını testler ile takip ettirin.

CYBH genelde 25 yaş ve altı gençlerde sık görülmektedir.

CYBH Bulguları

Günümüzde 20 den fazla CYBH tanımlanmıştır. En sık rastlanan CYBH ve bulguları aşağıda verilmiştir.

AIDS (Acquired Immune Deficiency Syndrome)
Bu hastalık insanların enfeksiyon hastalıklara karşı direncini yok eden, İnsan İmmünyetmezlik Virüsü (HIV) tarafından yapılır. Bu hastalığa yakalanan kişiler enfeksiyon hastalıklara karşı savunmasız kalırlar. Bir çok hayatı tehdit eden hastalık ve bazı tip kanserler bu hastalarda görülür. Normalde hastalıklara neden olmayan bazı enfeksiyon ajanları bu kişilerin hayatını tehdit edici hastalıklar oluştururlar. HIV virüsü insanlara cinsel ilişki ve kanlı ortamlarca taşınır. Aynı iğnenin kullanılması, aynı pedikür makasının kullanılması, berberlerde jilet değiştirilmemesi hastalığın yayılmasına neden olabilir.

Human Papilloma Virüsü (HPV)
Cinsel organlar ve çevresinde siğil benzeri oluşumlara neden olan bu virüs kadınlarda cervix (uterus girişi) kanserlerinin de önemli sebeplerindendir. Virüs cinsel ilişki ile geçer.

Chlamydial Enfeksiyonlar
En sık rastlanan CYBH'tır. Hem erkeklerde hem de kadınlarda görülür. Akıntı ve idrar sırasında yanma, en sık görülen bulgularıdır. Kadınlarda tedavi edilmeyen hastalarda PID görülür. Bu enfeksiyonu taşıyan birçok kişide hiç bir rahatsız edici bulgu yoktur ve doktora başvurmazlar.

Gonorrhea (Bel Soğukluğu)
Gonerrhea da vagina veya penisten akıntı olur. İdrar yapmak zor ve ağrılıdır. Kadınlarda eğer tedavi edilmezse PID, ektopik gebelik (dış gebelik) ve kısırlığa neden olabilir.

Genital Herpes
Herpes Simplex virüsü neden olur (HSV). Sıklıkla genital bölgelerde ağrılı açık yaralar ve küçük su toplamaları şeklindeki yaralar görülür. Bu yaralar oluşmadan bölgede yanma ve kaşıntı hissi olabilmektedir. Genital Herpes yaraları birkaç hafta içinde iyileşseler de virüsler vucutta kalmakta ve daha sonra tekrar tekrar hastalığa neden olabilmektedir. Genital Herpes gebelik ve doğum sırasında bebek için ciddi tehlikeler yaratabilir.

Sifiliz (Firengi)
Bu hastalığın ilk bulgusu, kadınlarda vagina da, erkeklerde ise penis ucunda ağrısız bir yaranın belirmesidir. Bu hastalığın tedavisiz bırakılması, hastalığın çok ilerlemesine ve sinir sistemi, kalp dolaşım sistemi gibi hayati sistemleri tutmasına neden olabilir.

Amerikan Ulusal Alerji ve Salgın Hastalıklar Enstitüsü tarafından açıklanan diğer CYBH listesinde;

Bakterilerin neden olduğu vagina enfeksiyonları
Şankroid
Sitomegalo virüs enfeksiyonu
Granüloma İnguinale
Lymfogranüloma Venerum
Molloscum Contagiosum
Trichomoniasis
Vagial mantar enfeksiyonları
Uyuz

bulunmaktadır.

Kadınlar da CYBH en sık PID, cervix kanseri ve doğumda anneden bebeğe hastalığı bulaması ile anlaşılmaktadır. Bu hastalıkların erken tanıları tedavi başarısını büyük ölçüde arttırmaktadır.

kadinlar.com 12 Ekim 2005

12 Ekim 2005 Çarşamba

Lezbiyenlik, Fantazi?

Ataerki, aslında kullanmaktan sık sık kaçındığım bir kelimedir. Buna pek çok neden sayabilirim. Ancak en önemlisi ataerkinin ne olup olmadığını kavramamış insanlarla konuşurken hiçbir anlam ifade etmemesi ve ataerkinin ne olup olmadığını anladığını düşünen insanların da bu kelimeyi çok savurganca kullanmaları. Ataerki ile mücadele eden kadınlar elbette kendi kişisel tarihlerinden dolayı, ataerki’ne ilişkin güçlü ve gerçekçi anlayışlara sahiptirler. Ancak iletişim sürecinde, biraraya gelen kişisel tarihler zaman zaman bir çöplüğe benzer görünümler sergileyebiliyorlar.

Hatta bazen da soyutlama yeteneğinin az gelişmişliğinden dolayı kişiler kendi cümlelerini bile anlamlandıramıyorlar. Konuşmalar esnasında ortaya çıkan cümleler, kavramlar, hal, tavır, mimik, jest ve vurgular biraraya geldiğinde saslı bir iletişimin kurulabileceğini sanmak tamamen bir yanılgı. Üstüste binen anlatıları kişilerin kafalarında biryerlerde oturabilmesi için kavramlara ihtiyaç duyuyoruz. Zaten tüm kavramların bir dilin olgunlaştığı andan itibaren(!) varolabilmesi mümkün değil. Zaman ilerledikçe, kişilikler biraraya geldikçe çöplük görünümünden kurtulmak için kavramlara ihtiyaç duyuyoruz. Ve hoop bakıyorsunuz yeni bir kavram daha.

Nasıl ki, ataerki sözcüğünün, eşcinsel sözcüğünün, gay sözcüğünün, feminist sözcüğünün, heteroseksizm sözcüğününü ve daha bir çoklarının kendi tarihleri var. Tüm bu sözcükler kişiler tarafından kavrandıkları takdirde (kavram olma görevlerini yerine getirdikleri takdirde), birçok biraraya gelmiş kişilikleri ifade ediyorlar ve iletişim sürecinde yerlerini alıyorlar. Elbette herşey gibi bu süreç de bir içiçe geçme, kaynaşma ve etkileşim süreci. Kavramları bir kere kazandıktan sonra, derdimizi anlatmak istediğimizde işimiz kolaylaşıyor:

Çünkü tek bir sözcükle bir tarihi anlatıyoruz. Ama kime? Elbette, benzer kişisel süreçlerden geçen ve bu kişiselliğin toplumsallığını ve politikliğinianlatan kavramı kavrayan birine. "Bıktım, bu erkek egemenliğinden!" diye haykıran bir kadını, birçok kadın ve rekek, hepinizin oldukça iyi bildiği ve şimdi sıralamak istemdiğim şekillerde algılayabiliyor. Bu kadın derdini herkese anlatabilmek için yeniden ve yeniden, birlikte mücadele verdiği kadınlardan ve kendi yaşamından edindiğ. Deneyimleri tarihsel bir anlatı şeklinde anlatmak zorunda kalıyor. İşte şimdi, ben koskoca bir tarihi baştan anlatamayacağım için ataerki sözcüğünü kullanmak zorundayım.

Lezbiyenler ve gayler arasında popüler bir tartışma çıkar, zaman zaman. "Bu ülkede lezbiyenler mi daha çok acı çekiyor, yoksa gayler mi?" Bazı gayler "erkekliği", "erkek" olmayı, erkeğe güç veren bir şeyi reddederek tehdit ettikleri için "erkek"lerden gelen zararla lezbiyenlerden daha çok karşılaştıklarını iddia ederler. Nedir ki, iki kadın birlikte yaşasa sokakta elele tutuşsa, hatta lezbiyenlikleri bilinse, gaylerden daha az tehdit altında kalırlar; toplum lezbiyenlere karşı daha hoşgörülü! (Hoşgörü!!) Bu tartışmada, lezbiyen olduğu için annesi tarafından dövülen, kocası tarafından öldürülen, adalet tarafından çocuğu elinden alınan, işvereni tarafından işinden atılan, ev arkadaşı tarafından evinden kovulan, abisi tarafından evine kapatılan, "erkek" tanıdıkları tarafından (sırf lezbiyen olduğu için= sözlü ve cinsel tacize uğrayan (seni iyice becerecek bir erkek karşına çıkmamıştır henüz!) lezbiyenlerden hiç bahsetmem.

Çünkü alenen görünen bir köyü, ki gaylerin nasıl olup da göremediğini anlayamadığım (!) bir köyü, anlatmaktan dilimde tüy bitti. Ama kendi kişisel tarihime ve cinselliğine sahip çıkan bir lezbiyen ve diğer lezbiyenler olarak, gaylerin bile (onlardan bu kadar çok şey beklemek erkek egemen bir toplumda abestir zaten ya) farkında olmadığı, ancak biz çenemizi kapamazsk anlamak zorunda kaldıkları birşeyden bahsederim: Ataerkinin kendi lezbiyenliğini keşfetme sürecinde, lezbiyenlerin üzerindeki ağır yükünden.

Geçen sayıdaki yazımdaki bir dizgi hatası bana ilginç bir azizlik yapmış. Dergi dizgiciliğinin ne zor iş olduğunu ve dergiyi dizen arkadaşların hangi koşullarda çalıştıklarını iyi bildiğimden, bu hatayı çok eğlenceli buldum. Görünene göre," lezbiyenlik, bir kadının kendi cinselliğine karşı çıkmasıdır." yazmışım. Ama doğrusu "lezbiyenlik, bir kadının kendi cinselliğine sahip çıkmasıdır." olacaktı. İlginç olan, tam da cinselliğe sahip çıkılması bağlamında lezbiyenlikten bahsetmeyi düşünüyordum ki, sanki beni bu konuda yazmaya iten bu dizgi hatasıymış gibi oldu. İşte ataerki, bir lezbiyen kendi cinselliğini anlamaya çalışırken, ona kendisine özgü bir ciselliğe sahip olmamasını dayatır.

Çünkü, kadının cinselliği erkeğe ve onun ihtiyaçlarına göredir. Hepimiz biliyoruz ki, evliliklerde ve hatta sevgililik ilişkilerinde kadının erkeğe karşı cinsel görevleri vardır ve bunların sorgulanması erkeğin zaten işine gelmez. Kadın içinse baş edilemeyecek kadar büyüktür, zaten kadın bu süreçte yalnızdır. Bir çok heteroseksüel kadının hoşlanmadığı bir cinselliği, "bir gün becereceğim", "bu benim hatam", "cinsellikte çok baskılanmışım", "evet, evet, bir gün düzelecek", "hem bu sorunu ben abartııyorum" gibi iç savunmalarla devam ettirdiğini hepiniz biliyorsunuz. Hem de kendi kişisel tarihlerinizden. Ataerkinin işine gelen kadının kendi cinselliğini yok saymasıdır. Kadın cinselliği erkek merkezli gelişir. Ya da gelişemez. Gerçekten heteroseksüel olan kadınlar bile "hayır" diyebilecekleri tecavüzlerden dahi kaçamazlar ve hep suçu kendilerinde ararlar.

Lezbiyenler, lezbiyen olduklarını doğdukları andan bilmezler. Cinsel ve kişisel gelişimleri sürecinde aslında her zaman lezbiyen olduklarını fark eder/kavrarlar. Bu kendini tanıma, kendi kimliğini tanıma, yaşamının içindeki anlamını verme süreci oldukça sancılıdır ve birçok kadın lezbiyen olduğunu yaşamının sonuna kadar kabul edemez. Kendisine acı veren heteroseksüel cinselliği reddedemezler. Lezbiyen olduğunu kabul etmek, kendi cinselliğine sahip çıkmak anlamına gelir ki, ataerki bu konuda kadını güçsüz ve savunmasız bırakmıştır; ama iç savunmasız değil. Nedir bu iç savunma? Sözde heteroseksüel kadınlar hemcinslerine ilgi duyduklarını farkettiklerinde/keşfettiklerinde bunu bir fantazi olarak algılarlar. Evet tabii ya, kadın bedeni güzeldir, ne var yani ilgimi çekiyor işte, zaten bu sadece fantazi! İnanın bu söylem sözde hetroseksüel kadınlar arasında çok yaygın.

Bu kadının kendi cinselliğini yok saymasından, kendi cinselliğine karşı çıkmasından kaynaklanır. Ataerki kadının kendi cinselliğine karşı çıkmasına izin vermez. "Erkek arkadaşım, başka erkeklerle birlikte olmama asla izin vermez, ama kadınlarla birlikte olsam bana kızmayacağını söylüyor." Neden böyle söyler bazı erkek arkadaşlar, çünkü iki kadın arasında yaşanan şey (!) cinsellik olamaz, çünkü cinsellik erkek tarafından yapılır(!) Erkek arkadaşlarının egemenliğindeki bu sözde heteroseksüel kadınlar da, bu tabiyetleri dolayısıyla kadınlara duydukları ilgiyi, arzuyu, aşkı sadece "fantazi" olarak algılarlar/algılamak zorunda kalırlar. Böylelikle kadınlar arası aşk daha başında sekteye uğrar. Kendi lezbiyenliğini, keşfetme sürecinde bir çok acılar yaşamış da olsa kabul etmiş ve kendi cinselliğine sahip çıkan bir lezbiyen olarak, cinselliğimin lezbiyenliğini kabul edemeyen kadınlar tarafından cinsellik değil de fantazi olarak görülmesine katlanamıyorum. Ataerki kadınların birbirlerini sevmelerine, zannedildiğinin aksine, hiç de izin vermez, hem de daha başta birebir lezbiyenleri baskılayarak.

Cinselliğe dair fantazi, zihinde kurgulanan ortam, ses, koku, nesne, sözcük ve benzeri şeylerle ilgilidir, ama asla cinsiyetle ilgili değil. Bir kadın, bir hemcinsine ilgi duyduğunda artık hayatı değişmiştir, bunu yok sayamaz. Bu fantazi olamaz. Heteroseksüel, biseksüel, lezbiyen bütün kadınlar cinselliğimize sahip çıkmalıyız. Cinselliğimizi "erkek" gözlüğünden görmekten vazgeçmeli, kendi gözlüğümüzün ne olduğunu aramaya başlamalıyız. Birbirlerini seven her kadın bunun anlamını farketmedikçe, hiçbirimiz özgürleşemeyiz.

Kaynak

Yeşim
Eksik Etek
Dokuzuncu Sayı

11 Ekim 2005 Salı

Cinsel Şiddete Eğilimli Erkekler

"Normal" olarak tanıdığımız veya adlandırdığımız erkeklerin cinsel şiddete ve tecavüze başvurmaları kanıtlanmıştır. Fakat bazı özellikleri taşıyan erkeklerin, bu tarz davranışlarda bulunmaları daha fazla olanak taşımaktadır.

Aşağıdaki özellikleri gösteren erkeklere dikkat edilmesinde fayda vardır.

1. Sizi dinlemeyen, sizin dediklerinizi kaale almayan, sizin söylediklerinizi duymadıklarını iddia eden erkekler. Bu tarz davranan erkeklerin kadınlara saygısı yoktur.

2. Herkesin etrafında görünmeyen bir baloncuk vardır. Bu sizin kişisel sınırınızı tayin eder. Bu sınırın içerisine biri girdiğinde rahatsızlık hissedersiniz. Yani bu kişi size çok yakın yaklaşmış olur ve bu yüzden husursuz olursunuz. Bu kişisel sınırınızı ihlal eden, yani size sürekli çok yakın duran erkekler.

3. Kadınlara karşı kızgınlık ve agresif sözler sarf eden erkekler. Bu agresif duygular çok kolay bir şekilde şiddetli davranmaya dönebilir. Bu tarz erkekler genelde kadınlar "hayır" dediklerini anda çok agresif olurlar.

4. Sizin ne istediğinizi bilmesine rağmen sadece kendi istekleri doğrultusunda hareket eden erkekler. Bu tarz erkekler genelde evdeki tüm kararları kendileri alıp bir de sizin nereye gidip gidemiyeceğine karar vermekten hoşlanırlar. Seks yapma konusunda da kararın kendilerinde olmalarını isterler. Sizin isteyip istememeniz önemli değildir. Zaten çoğu evlilik içi tecavüzler bundan kaynaklanmaktadır.

5. Seks konusunda karşılık vermediğiniz zamanlarda size suçluluk duygusunu hissettirmeye çalışan ve haksız yere size bu konuda sözlü hakaret eden erkekler.

6. Aşırı derecede kıskanç veya sahiplenme duygusu olan erkekler.

7. Kadınlar konusunda doğru olmayan veya gerçek dışı olan düşünce/fikirlere sahip olan erkekler. Örneğin, kadınlar erkeklere hizmet etmek için yaratılmıştır gibi.

8. Aşırı derecede içki içen erkekler.

kadinlar.com - 12 Ekim 2005

Biseksüellik, İlginç Sorular & Cevaplar

Biseksüellik nedir?

Her iki cinse de fiziksel, duygusal veya cinsel ilgi duyan kişidir. Çoğu insanlar her iki cinsle de cinsel ilişkiye girerler ama kendilerine yine de biseksüel demezler. Cinsel kimlik kişisel bir olaydır. Cinsel yönden insanların kendilerini tanımlamaları kişilere bırakılmalıdır.

Biseksüeller %50 kadın ve %50 erkeği tercih edenler midir?

Bazıları her iki cinse de eşit derecede ilgi duyarlar. Ama çoğunlukla biseksüeller, bir cinse çok daha fazla ilgi duyarlar. Genelde cinsiyetten çok, kişilerin daha fazla önemli olduğunu vurgulamakta fayda vardır.

Biseksüeller esasında sadece homoseksüel veya heteroseksüel olup kendilerine biseksüelliği yakıştıran kişiler değil midirler?

Bu sadece çok az sayıda biseksüeller için geçerlidir. Çoğu için her iki cinse duydukları ilgi gerçek ve önemlidir.

Biseksüellik ne kadar yaygın?

Herkesin düşündüğünden çok daha fazla yaygın olan bir tercihtir. Yapılan araştırmalara bakıldığında cinsel ilişkide olan kişilerin %30'u biseksüel eğilimlerinin olduğunu ifade etmişlerdir. İnsanların yaşı ilerledikçe aynı cinslerinden biriyle olma eğilimleri de artmaktadır.

Toplumlarda halen homoseksüelliğin kabul edilmemesi de biseksüellik oranında yükselmeye neden olan sebeplerden biridir.

Biseksüelleri görüp de "bu biseksüel" demek çok zor? Bu neden böyledir?

Gay ve lezbiyenlerde olduğu gibi toplumlarda biseksüel stereotipi yoktur. Bu nedenle biseksüel kişiyi toplumda görünüşünden tanımlamak çok zordur. Esasında bu tür ön yargı ve tanımlardan uzak durmak ve herkese cinsel tercihlerinde özgürlük tanımak en mantıklı yaklaşımdır.

Biseksüeller partnerlerini aldatıyor sayılmazlar mı?

Yanlış olan varsayımlardan biri de budur. Biseksüel bir kişi aynı anda hem kadınla hem de erkekle olması gerekmezdir. Heteroseksüel ilişkilerde de olduğu gibi bazıları eşlerine sadık bazıları da değildir.

Biseksüeller AİDS hastalığının yayılmasında önemli rol oynuyorlar mı?

Biseksüel erkekler bu konuda çok olumsuz eleştirilere maruz kalmışlardır. Lezbiyenler de biseksüel kadınlardan bu hususta çekinmektedirler. Unutmamamız gereken şey şudur; hastalıkların bulaşması cinsel tercihlerden çok, yanlış davranış biçimlerinden ortaya çıkar. Tercihiniz ne olursa olsun güvenli seksin kriterlerini uyguladığınız sürece sağlık endişeleriniz ortadan kalkacaktır.

Biseksüeller de toplumdan dışlanıyorlar mı?

Tercihlerini açıklayanlar maalesef dışlanmaktadırlar.

Biseksüeller her iki cinse de eşit derecede ilgi duyuyorlar mı?

Çoğu biseksüeller için, bir cins ağır basmaktadır. Bazıları ise böyle bir tercihlerinin olmadığını söyleyip kişilerin özelliklerinin ağır bastığını vurgulamaktadırlar.

Bir kişiye biseksüel diyebilmemiz için o kişinin her iki cinsle de ilişkiye girmiş olması gerekli midir?

Bu soru için önemli olan cinsel kişilik ve cinsel davranış terimlerinin arasındaki farkı bilmek. Kendilerini biseksüel diye tanımlayan kişiler her iki cinse de ilgi duyanlardır. Ama bu her iki cinsle de ilişkiye girdikleri anlamına gelmez. Aynı şekilde, her iki cinsle de ilişkiye girenler, kendilerine biseksüel tanımını vermeyebilirler.

Biseksüelite gay veya lezbiyen olma arasındaki bir geçiş süreci midir?

Bazı kişiler için evet. Yalnız çoğu biseksüel hayatlarını biseksüel olarak sürdürmektedirler.

Kaynak: kadinlar.com -  12 Ekim 2005

10 Ekim 2005 Pazartesi

Eşcinsellik & Evrim

Eşcinselliğin sadece insana has, kültürel belirlenimli bir olgu  olmadığını, doğada başka canlılarda da bulunan birşey olduğunu söylüyoruz. Daha  doğrusu bilim böyle söylüyor. Yani kediler, köpekler, kuşlar da eşcinsel davranış sergileyebiliyorlar. Peki bütün bunların evrim sürecindeki yeri nedir? Canlıların doğasının sürekli olarak "daha çok üremek" yönünde gelişmesi gerekmez mi?

Acaba öyle mi? Aslında doğadaki olaylar, genelde, "birşeyin maksimize edilmesi" yönünde gelişmezler. Daha çok, "optimize edilmesi" yönünde gelişirler. Çünkü doğadaki bütün olaylarda "geri besleme" ya da "feed back" denilen kontrol mekanizmaları vardır. Bu paragraf çok kapalı oldu değil mi? Biraz açayım.

Hepimiz lisede görmüşüzdür: ormandaki tilki ve tavşan populasyonu. Tilkiler sürekli tavşanları yediklerine göre, ilk bakışta tavşan sayısının sürekli azalması gerekir, tilki sayısının da artması. Ama doğal denge öyle gelişmez. Tavşanlar azalınca tilkiler aç kalıp ölmeye başlar, tilkiler azalınca da bu kez tavşanlar çoğalma şansı bulurlar. Yani doğa bir denge bulmaya çalışır. Burada tavşan sayısının çok azalması, bir "geri besleme mekanizması" olarak düşünülebilir. Hemen sistem uyarılır, tilkiler azalmaya başlar ve denge böylece kurulur. Ya da başka bir örnek: evinizdeki elektrikli fırın. Eğer bir geri besleme mekanizması olmasaydı, fırının termostatı hiç atmaz,
sürekli ısı vermeye devam eder, sonunda binlerce dereceye çıkıp evinizi yakardı. Ama fırın 200 dereceye gelince geri besleme mekanizması çalışır, fırın bir süre için ısınmasını durdurur.

Eşcinselliğin de hayvanların evrim süreçlerinde bir "geri-besleme öğesi" olarak var olduğu iddia ediliyor. Yani üreme konusunda da bir denge var. Eğer bir canlı türü, bir dönem aşırı ürediyse... Bir düşünün! o kadar çocuğa kim bakacak? Eğer herkes üremeye programlanmış olsaydı sistem dengesizliğe sürüklenirdi. Sürekli yeni çocuklar doğar ve bakılamadıkları için ölürlerdi. Ama o populasyondaki hayvanlardan bazılarının eşcinsel olması, bir denge unsuru olarak ortaya çıkar ve "çocukları olmadığı halde, çocuklara
bakabilecek yetenekteki grup elemanları" olarak işlev görürler. Yani çocuk yetiştirmede ekstaradan iş gücü. Böylece denge sağlanmıştır.

Fareler üzerinde yapılan deneylerde, kalabalık arttıkça eşcinsel davranışın arttığı gözlenmiş. Bu sonuç, yukarıda anlattığım tezle de uyumlu görünüyor.

Sonuçta doğadaki hiçbir olay "körlemesine süreçlerle" gitmez, bir takım kontrol, geri besleme mekanizmaları vardır. Yoksa doğa bu kadar dengeli olamazdı. Sadece doğa değil. Günümüzde mühendislikte de dengeli sistemler üretmek, benzeri kontrol mekanizmaları oluşturmak önemli bir sorun (fırın örneği).

Yine de insanın sırf doğayla belirlenen bir canlı olmadığını unutmamak lazım. İnsan kültürel yollarda farklı evrim süreçleri geçirmiş, ayrıca iradesi de olan(?) bir varlık. Bu nedenle mutlaka bu tür biyolojik şablonlara uymak zorunda değil. Ama eşcinsellik örneğinde, doğayla bir uyum var gibi görünüyor

e-legato

25 Ağustos 2005 Perşembe

Sosyalizm, Yeni Sol, Eşcinsel Hareket

Marksizm, Marx'ın 11. teziyle esas olarak temellenmiş görevini ve işlevini işaret etmiştir ; Felsefeciler şu ana kadar dünyayı yorumladılar, bundan sonra onu değiştirmenin zamanıdır. Bilimsel Sosyalizm dediğimiz Marksizm, böylece pratiğe dönük bir felsefe olarak ideolojik bir konuma geldi. Her ideolojide olduğu gibi Marksizm'de de uygulanırlık anlamında yöntem ve amaçlar bağlamında çeşitli araçlar ve basamaklar vardır. Marksizmde en üst basamak, sınıfsız toplumdur, dünyanın daha iyiye doğru dönüştürülebilmesidir. Bu da, yani içinde yaşadığımız dünyadan daha iyi bir dünya da, toplumsal ve ekonomik koşullarla beraber bilinçli insanların bilinçli gayretleriyle gerçekleşecek olan bir durumdur.

Kısaca ve son analizde, herkesin yeteneğine göre çalışıp, gereksinimi kadar yiyecek, giyecek ve diğer mal ve hizmetlerden yararlandığı, eşitliğin temel olduğu sosyal ve ekonomik sistem olarak tanımlayabileceğimiz sosyalizmin, Marx'ın içinde yaşadığı çağın koşullarından uygulanırlık açısından farklılıklar gösterdiğini ve bu bağlamda 18.-19. yüzyıl teorileriyle, pratikleriyle ve detaylarıyla, günümüzü yorumlamanın ve özellikle de Doğu Avrupa ve Sovyet Rusya sosyalizminin de dağılmasıyla ortaya çıkan anti-demokratik yapının, Stalin diktatörlüğü sonrası Sovyet Komünist Partisi içinde dönen onlarca pis oyunun, işkencenin ve katliamın gerçekleştiği bilincinde olmamız, 3. dünya sosyalizminin anti-demokratik yapısı ve sosyalizmin işaret ettiği eşitlik ve özgürlük gibi insani değerlerin bu toplumlarda var olmayışını görmemiz, günümüz açısından, tüm bu başarısızlıklar ve olumsuz pratiklerin etkisiyle, sosyalizmi savunmak ve daha da önemlisi anlamak zorlaşıyor.
Sosyalizme inanan ve sosyalizm için mücadele veren bir insan olarak öncelikle bunu kabul etmekteyim. Ancak, yapacağımız değerlendirmelerin ve analizlerin sağlıklı olması için yaşananlara bütünlüklü olarak eleştirel bir gözle, mutlaklıklar ve kutsallıklar perspektifinden sıyrılarak bakmasını bilmemiz gerekiyor.

Marx'tan bu yana dünya çok önemli değişimler yaşadı. Ancak, biz sosyalistler açısından en üst basamak olarak tarif ettiğim hedef değişmedi, ancak oraya varmak için söylenmiş yöntemlerin öğeleri aynı değil.

Dönüştürmek istediğimiz dünyayı nasıl ve hangi yöntemlerle dönüştürmeliyiz? Bu soruya, sosyalistler kendi arasında farklı cevaplar vermektedir. Daha önceki yazımda dediğim gibi "sol franksiyonlar" da bu noktada ortaya çıkmıştır. Maoistlerin yöntemi ve devrimi algılayış şekli ile Troçkistlerin yöntemi ve devrimi algılayış şekli farklı olmuştur. Bunun dışında Ortodoks Marksizm Leninizm ve Stalinizm gibi temel fraksiyonlar oluşmuştur. Böylece her ülkede irili ufaklı onlarca komünist olduğunu iddia eden partiler var ola gelmiştir. Türkiye'de 70'li yıllardan bu yana 100'e yakın komünist olduğunu söyleyen parti var ola gelmiştir. Bu fikirsel, teorik ve pratik çeşitlilik olumsuz olarak algılanmamalıdır. Kafaların çokluğu tersine olumlu gelişmedir. Düşüncenin ve bilimin ilerlemesi de farklı fikirlerin çatışmaları sonucu sağlanır. Ancak önemli olan, yeri ve zamanı geldiğinde solun eylem birliği içerisine girebilme yetisine sahip olabilmesidir. İşte olumsuz olan nokta da budur.

Sosyalizmin Dünya pratiklerine genel bakış

Sosyal bilimciler için, "sınıflandırma, kategorize etme" konunun özgüllüklerini yitirebileceği tehlikesi içerdiğinden bazı riskler taşır. Ancak, bunun bilinciyle özgüllükleri reddetmeden kimi genellemelerde bulunmamız konunun kavranması açısından faydalı olacaktır.

20. yüzyıl bir sosyalist devrimler yüzyılı oldu. Ancak bu devrimlerin büyük bir kısmı yenilgiyle sonuçlandı, kalanları ise kapitalizme entegrasyonu ve anti-demokratikliği ile anılıyor.
1917'de Rusya'da, 1949'da Çin'de ve bununla bağlantılı olarak Kuzey Kore'de silahlı örgütlenme ile oluşmuş mücadelenin etkisi ile sosyalist devrimler oluşurken, sivil toplumculuğun geliştiği ve Marx'ın ilk sosyalist devrimin gerçekleşeceği kıta olarak gördüğü Batı Avrupa'da herhangi bir sosyalist devrim gerçekleşmedi. Tersine iktidarlar, faşist diktatörlerin eline geçerek, tarihin hüzünlü sayfalarında yerlerini aldılar. İspanya'da Franco, Almanya'da Hitler, İtalya'da Mussolini, Portekiz'de Salazar ülkelerinde faşist diktatörlükler kurdular. Arnavutluk ve Yugoslavya'da komünistler, ülkelerini Sovyetlerden bağımsız olarak kızıllaştırdılar. Bu ülkelerin komünistleri ayrıca, faşizme ve işgallerine karşı en tutarlı mücadeleleri vermişlerdir.

20. yüzyılın ilk yarısının bitimiyle de yine silahlı mücadelelerle ve iç savaşların etkisiyle (daha öncekilerde dış savaşlar etken olmuştu) sosyalist devrimler oldu: Cezayir, Küba, Vietnam, Kamboçya, Angola, Mozambik, Etiyopya, Nikaragua, Paraguay, Tanzanya, Kosta Rika, Venezuella bu devrimlere örnek olarak gösterilebilir. Bunun dışında Endonezya, Güney Afrika ve Şili gibi ülkelerde çeşitli devrim girişimleri olmuştur. İran'da '79'da büyük halk ayaklanması ile (silahlı mücadele verilmeye gerek kalmamıştır) Şah'ın iktidarı devrilmiştir. Ancak bu, diğer devrimlerden daha farklı karakteristik özellikler taşır. Sosyalist devrimlerin gerçekleştiği diğer ülkelerdeki genel özelliklerini şu şekilde belirtebiliriz:

a-) Bu ülkeler bireyini yetiştirememiş, sivil toplumculuğun olmadığı, anti-demokratik toplumsal yapıların olduğu ülkelerdir.
b-)Hepsi işgalci bir yabancı gücün yönetimi altında yaşamaktaydı. Nikaragua'da Somoza, Küba'da Batista, Etiyopya'da Selasiye "yerli" gibi görünse de, yerli halkla hiçbir ilgisi olmayan, güdümlü ajan diktatörlerdi. Bunu günümüzdeki ABD işgali altındaki Irak'a benzetebiliriz.
c-)Bu ülkelerde iktidar yapısı oligarşiktir. Devamlılığını katı militarist yapılarıyla sağlamaya çalışırlar.
d-)Bu ülkelerin hepsinde oligarşik çelişkiler uç noktadadır. Açlık ve safalet yaygındır.
e-) Bu ülkelerde var olan rejimlerin ınsanlıkdışılığı ve antidemokratikliği, halkın silahlı mücadele etmesini belirlemiştir. Mücadele eden halk kazanmış ancak, antidemokratik ve azgelişmiş kapitalizmden, antidemokratik sosyalizme geçiş şeklinde olmuştur. Eşitlik ise "yoksulluğun paylaştırılması" şeklinde gerçekleşmiştir.

İşçi Sınıfının ilk muzaffer devrimi ;
Sovyet Sosyalizminin Çöküşü

'90'lara girildiğinde dünya "Sovyet Sosyalizminin çöktüğü" haberiyle sarsıldı. Bunun ardından kapitalizmin ideologları "sosyalizm bitti, sol bitti, ideolojiler çöktü" diyerek 'rakipsiz' kalan kapitalizmin nihai zaferini ilan ettiler. Oysa, Sovyet Rusya'daki durum bilmek isteyenler ve bilmeye katlanabilen sosyalistler tarafından çok öncesinden biliniyor ve yazılıyordu. Rus Devriminin Önderi V. İlyiç Lenin, birçok kez Troçki'yle beraber "Alman Devrimi gerçekleşmezse, Sovyet Rusya'nın geleceği yoktur." diyerek sosyalizmin tek ülkede gerçekleşemeyeceğini, tek ülkede sosyalizmin izole olacağını vurgulamıştı.1919'da Almanya'da işçi sınıfı içinde kök salmış popüler bir devrimci parti olmadığından, Almanya'daki devrimci kriz, sosyalist devrime kanalize edilemedi. Yani Alman Devrimi yenilgiye uğrarken, Rus Devriminin de geleceği belirlenmiş oluyordu bir bakıma. Lenin'in ölümünden sonra iktidarı ele geçiren Stalin, ülkesinin izole olmaması için birçok anti-demokratik ve insanlık dışı uygulamaya yöneldi. Sanayileşme hamleleri gerçekleştirmeye çalıştı, zorunlu çalışma kampları kurdu ve işçi-köylüler arasında büyük sefalet oluştu. Komünist Parti'deki yetkililerin durumu ise vahimdi. Stalin, çevresindeki kendisine muhalif olan her kim varsa "ajan" diyerek hapsediyor, öldürüyordu. Troçki de ülkeden sürgün edilerek Meksika'da bir KGB ajanı tarafından öldürüldü. Bunun dışında Krestinski, Radek, Buharin, Yogoda, Rikov, Zinoviev, Kamanev, Rakovski, Rikov gibi birçok komünist parti yetkilisi yine Stalin tarafından "devrime ihanet ettiği" gerekçesiyle öldürüldü.

Devrim, ihanete uğramıştı. Bu, ülkeyi akıl dışı uygulamalarla diktatörlüğe ve çöküşe sürükleyen Stalin tarafından gerçekleştiriliyordu. Böylece, daha 1920'lerde geleceğinin tehdit altında olduğu bizzat Lenin tarafından söylenen Sovyet Devrimi, izole oluyor, yenilgiye uğruyor anlamına geliyordu bu. İktidarı, sosyalizm şeklinde tanımlamak mümkün değildi. Troçki'nin de etkisiyle Tony Cliff, '40'lı yılların sonlarında "bürokratik devlet kapitalizmi" tezini geliştirerek sosyalizmin çöktüğünü o zamanlarda belirtiyordu.

Kruşçev ve Brejnev'in ardından iktidara gelen Gorbaçov'un teslimiyetçi entegre politikaları ve uygulamalarıyla da bu fiili olarak kesinleşmişti.

Ve acı sonla Berlin Duvarı, iktidar tarafından temsil edildiği söylenen işçiler tarafından yıkılarak bürokratik devlet kapitalizminin çöküşüne tanıklık ettik.

Marx, sosyalizm öncesi toplumlardan tarih-öncesi diye bahseder, tarihin sosyalizmle başlayacağını söylerdi. Bu bağlamda, değişik biçimiyle, sosyalizmin bir tarzının, sosyalizmin tarih-öncesinin bittiğini söyleyebiliriz. Ancak, "sosyalizm bitti" denilemez, yeni başlayacaktır. "Sosyalizm ilk olarak, kapitalizmin gelişip olgunlaştığı ve burjuva demokrasisinin olduğu toplumlarda oluşacaktır" diyen Marx, Sovyetler ve diğer pratiklerde gördüklerimizle, bize bu sözünün doğruluğunu kanıtlıyor.

Sovyet sosyalizminin çöküşünü açıklamak istiyorsak, Sovyet Tarihini, Uluslararası devletler sistemini ve Marksizmi iyi bilmek gerekiyor. Bu alandaki bilgilerimiz eksik kaldığında İslamcıların yaptığı gibi Sovyetler'in çöküşünü dinsizlik ve materyalizme bağlama komikliğine, neo-liberalizmin sözcüleri gibi de ABD'nin başarısına veya bunun gibi onlarca bulanık ve çelişkili fikirlerle açıklama aymazlığına düşeriz. Bir de şu Ortodoks Stalinistlerin, Gorbaçov'un ABD tarafından yetiştirilmiş bir ajan olarak ülkesinin başına geçirildiği ve sistemi çökerttiği hikayesi var ki, bana diğer hikayalerin hepsinden daha komik geliyor.

21. Yüzyıla girerken;
Kapitalizm

21. yüzyıldaki solu irdelemeden önce, kapitalizmin karakteristik birkaç özelliğini vurgulamakta yarar var. Kapitalizm, kendisine yönelen eleştirileri, kitlesel başkaldırıları, kitlesel talepleri kendisine mal ederek direnmesini bilmiştir. Var olan 'kimi' sorunların çözümünü, temel yapısını yok etmeden, o sorunların çözümünü kendisine eklemleyerek, kendisini var etmesini bilmiştir ve bu bağlamda sun'i bir istikrar sağlamıştır. 1968'lerde ortaya çıkan Yeşiller Hareketi'nin birçok talebini ciddiye almış ve kabul etmiştir. İşçilerin, sosyal güvenlik, sendika gibi temel taleplerini çoğu yerde arızalı olsa da pratiğe dönüştürmüştür.

Küreselleşmeyle, ulus-devlet egemenliğinin yerini, birkaç çok uluslu şirketin egemenliği almıştır. Kapitalizm küreselleşmiş, 'devlet' meşruiyetinden bahsetmek zorlaşmıştır. Oysa kapitalist dünya sistemi, her zaman için güçlü ve büyük devletlere gereksinim duyar. Ancak kapitalistler bu talebi ideolojik olarak hiçbir zaman ortaya koyamamışlardır, çünkü meşruiyetleri düzenden ya da kar garantisinden değil, ekonomik üretkenlikten ve genel refahın genişlemesinden gelir. Küresel kapitalizm, küresel düzensizliği de beraberinde getirmiştir. 'Toplum' denilen mefhum yavaş yavaş ortadan kalkıyor, her yerde kendilerine, kendilerini koruma ve iç refahı sağlamaya yönelik görevler edinmiş birçok devlet-dışı grup ortaya çıkmıştır. Bu da bir medeniyet olarak kapitalizmin çöküşünün işaretidir. Bu konu oldukça uzun olduğundan genel hatlarıyla sadece bunları söylemek yeterli olacaktır.

Bu bağlamlarda, çağımıza sosyalizm ve sosyalistler açısından baktığımızda kimi farklılıkların nihayet gerçekleştiğini görmekteyiz. "Kitleler-işçiler partiye akın ediyor, mücadele büyüyor" diyerek retoriğini belirleyen mafya tipi örgütlenen stalinist partiler hala olsa da ve bu partilerin hepsi hala şu meşhur devrimci krizi beklese de (ki her krizi de devrimci kriz sanma yanılgısına sık sık düşerler) ve yine bu partilerin hepsi kendisini devrimin ve sosyalizmin partisi olduğunu iddia etse de, bu tarz 'sol'un artık tükendiğini yani tarih öncesinde kaldığını söyleyebiliriz. Dünya sokaklarında radikalleşen insanlarla gelişen radikal, demokratik, güleryüzlü, rengarenk bir sosyalizmin varlığından bahsedebiliriz. Bu bağlamda Yeni Sol'a, Küreselleşme Karşıtı Hareket'e ve kısa tarihçesine bakmakta fayda var.

Küreselleşme Karşıtı Hareket ve Yeni Sol

Sovyet sosyalizminin çöküşü ve neo-liberal politikaların egemenliği sol da ve toplumsal muhalefetin işçi sınıfı etrafında şekillenmesinde durgunluk yaratmıştı. Feminist hareketler, ekolojist çevreci hareketler, eşcinsel kurtuluş hareketi, hayvan özgürlük hareketi gibi birçok sivil toplum hareketi bu süreçte başlamıştır, büyümüştür. Bunlar, idama karşı olanlar, kayıt dışı istihdama karşı olanlar, deniz kaplumbağalarının korunmasını savunanlar, çocuk işçi çalıştırılmasına karşı olanlar, ulu bir ağacın kesimine karşı olanlar gibi akla gelebilecek her alanda çeşitlendi, kampanyalar düzenlendi, ağlar kuruldu. Az bir kısmının talepleri ciddiye alındıysa da, büyük kısmının karşısına çok uluslu şirketlerin egemenliğindeki küresel kapitalist dünya sistemi çıktı. Reformların (iyileştirmeler) dahi karşısında çok uluslu şirketlerin ortaya çıktığını gören aktivistler, sistemin sınırlılığını gördüler. Bir kısmı demoralizasyona uğrarken, bir kısmı sorunların giderilmesi için daha büyük güçlere ve birliklere ihtiyaç olduğunu görerek radikalleşti.

1989 sonrasının tek kutuplu dünyasında vaat edilen barış ve refah (Yeni Dünya Düzeni) savaş ve yoksullaşmadan başka birşey değildi. Dünya Ticaret Örgütü, IMF, Dünya Bankası, AB, G8 gibi kurumların dünya nüfusunun çoğunluğu için değil uluslararası sermaye lehine çalıştığı, dünyanın bir avuç uluslararası şirketin egemenliği için satılığa çıkarıldığı anlayışı yaygınlaşmaya başladı.
Yoksul ülkelerdeki aç insanlara zengin ülkelerin yardım etmesini isteyen ve bunun için faaliyet gösterenler, G8, IMF, DB'nin yardım etmediğini, aksine 1 koyup 9 aldıkları borç politikalarıyla bu ülkeleri daha da büyük bir açlığa sürüklediğini gördüler. Dünyanın en yoksul ülkelerinden biri olan Somali'ye karşı savaş yürütmek için yüzmilyarlarca doların harcandığına da şahit oldular.
Çevreye daha duyarlı olmasını istedikleri Shell gibi büyük petrol şirketlerinin bunu yapmamak için Nijerya'da olduğu gibi ellerini kana bulamaktan çekinmediklerini acı bir şekilde yaşadılar.
"İnsani müdahale" diye adlandırılan Irak ve Yugoslavya savaşlarının petrole bulanmış insanlık dışı yüzünü gördüler. "Kurtarılan" Kosovalıların savaş ve yoksulluktan kaçıp AB ülkelerine sığındıklarında nasıl birden bire "istenmeyen asalaklar" ilan edilip hükümetin ve Nazilerin ırkçı saldırganlığına maruz kaldıklarına tanık oldular.

İşçi sınıfının bağrından çıkan sosyal demokrat partilerin neo-liberal, özelleştirmeci politikalar uygulamalarını gördüler ve hükümet değişimlerinin ne kadar az şey değiştirdiğini, ortada bir sistem sorunu olduğunu fark ettiler.

NAFTA'nın kuruluşunun duyurulduğu gün, 1994'te, Meksika'nın Chiapas bölgesinden başkente doğru silahlı mücadele başlatan ve yoksul yerli halkın sesi haline gelen Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu'nun kafa tutuşundan ilham aldılar.

Sayısız kampanyanın konusu olan sorunları yaratan ve çözmeye yanaşmayanın aynı kurum ve kuruluşlar aynı yöneticiler olduğunu açıkça gördüler. Daha da önemlisi, bütün bu olumsuzluklara, pisliklere ve yıkıma karşı durmayı kimseye havale edemeyeceklerini, sadece kendi ve kendileri gibi insanların eylemliliğine güvenebilecekleri sonucunu çıkardılar. Bu güven ve kararlılık ile mücadele etmeye, hareketi inşa etmeye başladılar. Yıllardır allanıp pullanarak 'küreselleşme' diye anlatılan neo-liberal politikaların "yerçekimi gibi karşı çıkılmaz bir olgu olduğu" yalanını yutmayanlar, uluslararası küreselleşme karşıtı bir mücadele ağını örmeye başladılar.

Küreselleşme karşıtı hareket, emekten yana ve yeni solu ifade eden bir haraketlenmedir. Hareket içinde enternasyonalist sol akımlar ve ufak da olsa anarşist- otonomist öğeler vardır.
Hareket'in ilk büyük eylemi 30 Kasım 1999 günü Seattle eylemleridir. Bunun dışında Wahington'dan Prag'a, Cenova'ya birçok yerde eylemler gerçekleştirilmiştir.

Antikapitalist hareket dünya çapında henüz bir azınlık hareketi. Hareketin durumunu 1968 olarak görmek yanlış olur. Ancak 1968'e giden yol olarak tabir etmek anlamlı olacaktır.
Antikapitalist hareket, dünya borç sorunundan emek hareketinin karşı karşıya kaldığı saldırılara, yoksullaşmadan çevre tahribatına, nükleer savaş tehdidinden ırkçılığa, Filistin sorunundan kaplumbağaların korunma altına alınmasına kadınların ezilmesinden eşcinsellere yönelik şiddet ve ayrımcılığa kadar birçok sorunun kökeninde kar ve rekabete dayanan dünya sistemi olduğu bütünsel bilinci üzerinden yükseliyor. Sorun bir patron ya da bir devlet değil, dünya patronlarının, devletlerinin, ordularının oluşturduğu kapitalist sistem. Dünya kapitalist sistemini en saf haliyle sembolize eden IMF, DB, AB, DTÖ, G8 gibi kurumların ve çok uluslu şirketlerin antikapitalist gösteri zincirinin hedefleri olmasının nedeni bu bütünsel bilinç.

"Avrupalılar mücadele etmez, çünkü rahatlar" dendiği bir dönemde 15 Şubat Savaşa Hayır Mitingine Avrupa sokaklarında toplam katılım 12 milyon oldu. Umuda oynayanlar, hareketi büyüttü, örgütledi. Chomsky, Bourdieu, Klein, Susan George gibi birçok entellektüel hareketin fikirsel düzlemini oluşturdular.

Türkiye'de de yeni bir solun inşası için; mücadeleden haber eden, birliği savunan, ağlar kuran, işbirlikleri yapan, aktivite merkezli, fikirsel ihtiyaçlarını karşılayan bir rolü yeni bir sol için gerçekleştirmek zorundayız.

Bu bağlamlarda, Türkiye'deki mevcut Stalinist solun ve sığ hakimiyetinin eleştirisi yapılabilir. Ancak bu konuyu başka bir yazıya bırakacağım. Yeni Sol'u kısaca irdeledikten sonra eşcinsellik, Yeni Sol ve Türkiye'de eşcinsel harekete bakmak yerinde olacaktır.

Yeni Sol, Eşcinsellik, Eşcinsel Hareket

Ortodoks Marksizmin eşcinselliğe bakış açısısı, sosyalizm pratiklerinin gerçekleştirildiği ülkelerde eşcinsellere yönelik ayrımcı politikaların ve şiddetin var oluşu, daima sol ile eşcinsellik olgusunun arasını açmış, birbirine soğutmuştur. Hem kurumsal alanda, hem kamusal alanda ezilen bir topluluk olarak eşcinseller, sürekli ezilenlerden yana olduğunu söyleyen sosyalistler tarafından işin içine "toplumun fundamentalist değerleri" girdiğinden ve başka pragmatist-sekter kökenli sebeplerden ötürü savunulamıyor ve dahası sol bu konu üzerinde kafa yormuyordu.
'Eşcinsel' olduğu gerekçesiyle partisinden tasfiye edilen komünist eşcinsellerin varlığı, eşcinsellik olgusunu, farelerin gürültülü yaşamıyla beraber ortaya çıkışına benzeten, eşcinselliği bir tür yabancılaşma, Batı kapitalizminin artığı olarak teorize eden Doğu Perinçek gibi 'sosyalistlerin' var oluşu, bu trajedik bakış açısının uzantılarıydı. Bu bakış açısı 'sosyalizm' olduğu zannedilen sisyasi bir anlayıştan kaynaklanıyordu.

Eşcinsel hareketin 1960'larda radikal ve kitlesel bir hareket olarak ortaya çıkmasından, Stonewall İsyanı'nda eşcinsellerin polisle birkaç saat boyunca ilk kez çatışmasından sonra, Batı'da, toplumsal dönüşüm gündemine, cinsel baskılara son verilmesini talep eden onlarca eşcinsel örgütün kurulmasıyla bütünleşen eşcinsel hareket, sosyalist partilerin büyük kısmı tarafından ciddiye alınmadı.

Oysa 'ahlak' olgusu da, egemen ideolojiden bağımsız değildir. Egemen sınıfların, eşcinsel harekete karşı tavrına bakıp uyanması gereken sol uyanamıyordu. Çünkü Sovyet Rusya'da 'tedavi' altına alınan, Küba'da 'sınırdışı' edilen, Çin'de ölüme terkedilen eşcinsellerin varlığı ile tüm bu 'sosyalist' patentli ülkelerin sosyalizmleri arasında çatışma yaşayacaklardı.
Daha da önemlisi, Sovyetler'de, Küba'da, Çin'de işçi sınıfına uygulanan baskıyı bile sorgulamayan, görmezden gelen, sebepler uydurarak meşru ve haklı gören bir sosyalist, eşcinsellere yapılanları elbette sorgulamayacaktı. Bugün, halen Türkiye'de "ulusal değerler" adına mevcut toplumun belki de en geri değerlerini 'sosyalizm' kisvesi altında savunan anlayışlar da, cinsel özgürlüğe karşı olacaklardır kuşkusuz. Ancak bu anlayışlar daha pekçok anlayış gibi, 'sol' ulusalcılık gibi, örgüt çıkarlarını herşeyin üstünde tutan sekterlik gibi, Yeni Sol ile yükselen antikapitalist hareket ile aşılmaya mahkumdur.

Antikapitalist hareketibn temel öğesi olan yeni kuşak gençlik, özellikle Batı'da Stalinizmin de çöküşüyle egemenliğini yitiren stalinist bürokrasinin baskısını hissetmediğinden, sola farklı bakabiliyor, tüm özgürlükleri talep ediyor, tüm ezilenleri arasına alıyor. Hareketin sözcüleri, meydanlara 'her ırktan, her dilden, her inançtan, her cinsel yönelimden, hepimiz' diyerek çıkıyor. Her ezilen topluluk öz talepleriyle kendisini ifade edebiliyor. 'Başka bir dünya' tahayyülünde artık Yeni Sol, cinsel baskıdan arınmış bir dünya diyebiliyor ve bu hareket içinde eşcinseller kendilerini ifade edebiliyor.

'Sosyalizm' pratiklerinde gerçekleştirilen uygulamaları, sadece eşcinsellik bağlamında değil, bu konuyla ilişkisiz olmayan, bir bütünlük oluşturan sistematik yapısal ve konjonkturel bozukluklar olarak değerlendirmek ve eleştirmek gerekiyor. Sosyalist teoriyi günümüz bağlamında yeniden değerlendirip, eşcinselliğe bakış açısını net ifade etmemiz ve uygulanan 'sosyalizmleri' analiz etmemiz gerekiyor.

Şimdi, bu bağlamıyla solu, çağımız gey kültürünü irdelemek gerekiyor.

Neo-Liberalizmin İlk İdeolojik-Politik Saldırısı:
Gay Culture, Gay Life = Gey İdeolojisi

Kapitalizm, sanayileşme ve modernleşme ile oluşan kentleşmeyle eşcinsellerin biraraya gelmesini kolaylaştırmıştır. Ancak, ataerkil ve feodal baskılar bütünüyle cinselliğin üzerinde uygulanmaya devam etmiştir. Bu baskıları ortadan kaldırmak için de bireysel veya topluluk bazında mücadeleler verilmiştir. Eşcinsel özgürleşmesi alanında ilk kez Alman hukuk öğrencisi ve gazeteci Karl Ulrichs, 19. yüzyılda eşcinsellik adına tek başına mücadeleler vererek, kitaplar yazmış, bu uğurda hapis yatmış biri olarak, eşcinsellerin ve kamuoyunun dikkatini çekmiştir. Eşcinsel hareketi de fikirsel düzlemde temellendirmiştir. Bir yüzyıl sonra 1968 dünya devrimiyle de, Batı'daki eşcinseller daha fazla 'görünür' olmaya başlamış, toplumsal dönüşümü hedef alarak toplumsal dönüşüme isyanlarıyla katkı sağlamışlar, isyanda da kendilerini dönüştürmüşlerdir. Artık, götveren homoseksüeller 'gey' olmuştur.

1980'lere uluslararası kapitalist dünya sistemi ekonomik ve sosyal koşullar neticesinde kendisini 'yenilemek' ve ekonomik yapısında yapısal ve konjonkturel bağlamda değişimler gerçekleştirmek zorunda kalmıştır. Ekonomideki, devletin egemenliği tamamiyle geri çekilmesi, çok-uluslu şirketlerin egemenliğini ve neo-liberalizmi sağlamıştır.

Neo-liberalizm, entegrasyonu ve marjinalleştirmeyi beraberinde getirmiş, eşcinsel kurtuluş ve isyan aktivistleri de bundan nasibini almıştır. Bir kısım eşcinsel, sistemin ideolojik oyunlarına gelerek, sisteme entegre olurken, tam ve gerçek cinsel özgürlüğü savunan devrimci kurtuluşçu eşcinseller marjinalleştirilmiş, eşcinseller ve eşcinsel hareket içinde azınlık konumuna düşmüşlerdir.
Entegrasyon sürecinde kullanılan ve neo liberalizmin eşcinsellere ideolojik saldırısı olarak gördüğüm, hem eşcinsel birey hem eşcinsel hareket düzlemindeki çelişkilerin temelinde yatan 'gey ideolojisi' dediğimiz "gey layf'ı, gey kültürünü" irdelememiz gerekiyor.

Hani şu, Popstar'da Armağan Çağlayan denilen 'gizli' eşcinselin, şişman olduğu gerekçesiyle bir katılımcıya "senden popstar olmaz!" dediği ve yine jüri de yer alan bir başka eşcinsel tarafından da bunun onaylandığını gördüğümüz sapkın 'gey layf' denilen ideolojinin vücut fetişizmi-faşizmi alanındaki tipik örneği. Yarışma programının Avrupa'daki versiyonlarında benzer durumları görmek, neo-liberalizmin sapkın 'gey layf' ideolojisinin evrensel öğeler taşıdığının göstergesi. 'Vücut fetişizmi-faşizmi' konusuna daha sonra yeniden geçeceğim.

Neo-liberalizmin 'tüketim temelli toplum' yaratma süreci, eşcinselleri de 'gey ideolojisi' ile kapsayarak, eşcinselleri de 'tüketime endeksleme' durumunu beraberinde getirmiştir. Eşcinseller için yeni yeni sektörler oluşturulmuş, cinsellik tamamiyle satın alınabilecek bir metaya indirgenerek 'tüketim çılgınlığına' dönüştürülmüş ve bunların hepsi 'özgürlük' adı altında eşcinsellere 'satılmıştır'. Entegrasyona uğramış eşcinsel birey, yaratılmış ve 'iyi' olduğu saptanmış imajlar dünyasında bulmuştur kendini. Bu yüzden, bireysel bakımına özen göstermeli, genç görünümlü olması için kurulan spor salonlarına gitmeli, 'parlak' olması için epilasyon kremleri kullanmalı ya da epilasyon merkezlerine gitmeli, 'gay culture'den haberdar olması için 'gay life' dergileri almalı ve gettosundaki gey bar ve cafelere giderek de kendileri gibi olanlarla 'özgürce' eğlenebilmeliydi. İmajlar ve markalar üzerine kurulmuş hayatında eşcinsel bireyin elbette insani değerlerden ve yaşamdan uzaklaşmadan ötürü bireysel denilen problemleri var olacaktı. Ama ona da burjuva ahlakının 'bilimsel' kurumu psikoloji ve psikiyatri merkezleri açılarak 'çare' bulunacaktı. İç çamaşırlar, parfümler, giysilerle 'pink economy' oluşturulmuştu.

Eşcinsellerden, gey ideolojisi yolu ile beslenen kapitalizm, bir zamanlar ezdiği, sınırladığı, yok saydığı eşcinselleri kendisine eklemlemesini bilmişti. Herşeyin içini boşalttığı gibi 'cinsel özgürlük' de içi boşaltılmış şekilde eşcinsel beyinlere empoze ediliyordu.

Gey ideolojisini kapmış gey, tıpkı heteroseksüeller gibi "evlenmek, askere gitmek, kutsal aile kurumunu kurmak, kulluk etmek" gibi mevcut heteroseksist ve bozuk sistemin normlarını talep edecek, mücadelesini bu bağlamıyla şekillendirecekti. Bir zamanlar kendisini dışlayan, yok sayan o sosyal kurumları sorgulamayacak, dahası o sosyal kurumlara kabul edilmek, 'normalleşmek' isteyecekti. 'Eşcinsel mücadelesini' heteroseksist normlara uygun talepleriyle besleyecekti.

Kozmetik dünyası ile gey barlar arasında, gettosunda 'gey layf'ını yaşayan gey ile buna parası yetmeyen ya da bu kültürü 'sınıfsal bilincinden' ötürü sindiremeyen geyin hayatı ve mücadeleyi algılayış ve yorumlayış şekli farklı olacaktı elbette.

Gey ideolojisinin eşcinsellik adına verdiği mücadele, ancak sistem-içi taleplerle yürür, toplumsal dönüşüm hedef alınmaz, sistemin bütünlüklü yapısı görünmez, sistem hedef alınmaz. Burada, "hemcinsler arası evlenme hakkı" gibi sistem-içi talepleri onaylamıyor değilim. Ancak, sisteme bütünlüklü bakamadığımızda, sorgulamadığımızda, talep edilen 'özgürlüğün, hakkın' kısırlığına vurgu yapmak istiyorum. Başkalarının sömürüldüğü, ötekileştirildiği ve karın temel olduğu bir sistemde bu taleplerin gerçekten özgürlüğü temel alıp almadığını sorgulamanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Herkesin özgür olmadığı bir toplumda, hiçkimsenin özgür olamayacağından bahsediyorum.

'Gey layf' denilen yozluk, eşcinsellerin geneli itibariyle öylesine sindirilmiştir ki, eşcinsellikle eşdeğer algılanmaya başlanmıştır. Eşcinsel denildiğinde insanın aklında 'gey layfını' yaşayan bir gey tipolojisi oluşmaktadır. Bu sürece, medyanın da yoğun katkısı olmuştur ve bu süreçte bir hammalın da eşcinsel olabileceğini hiç düşünmemişizdir, geyliği zenginlikle özdeşleştirmiş, geyliğin sadece zenginlere yakışabileceğini düşünmüşüzdür.

Gey ideolojisinin dışında kalmış ve ötekileştirilmiş gey, 'sınıf bilinci' de taşımadığından, şişman ve kıllı olduğu için kendinden utandırılmış, 'bakımlı' olmaya zorlanmış, onun da 'gey layf'a sahip olması gerektiği kendisine düşündürtülmüştür. Ya daha çok demoralizasyon ve bunalım yaşamış ya da ideolojiyi içselleştirmeye çalışarak, 'eksikliğini(!)' bir başka "eksiklikler dünyasına" girerek kapatmaya çalışmıştır.

Tabi ki bu süreci değerlendirirken tüm eşcinselleri gey ideolojisinin karşısındaki 'nesneler' konumuna indirgemek sakıncalı olur. Tıpkı tarihin öznesi olan işçi sınıfının, neo-liberalizmin ideolojik-politik aygıtlarıyla ve oyunlarıyla nesneleştirilebileceğini söylemek gibi. İşçi sınıfının üretimden gelen gücünü ve devrimciliğini arka plana atarak yok saymak, sosyalist devrimin hiçbir zaman gerçekleşmeyeceği anlamına gelir. Bu da tehlikeli ve gayri-bilimsel bir a-sosyolojik analiz olur.

Eşcinseller de, 'gey ideolojisini' ve bütünüyle sosyal kurumları sorgulayarak, ideolojik-politik aygıtların ve oyunların dışında kalarak, özgürlük ve kurtuluş mücadelelerini radikalleştirebilir, kitleselleştirebilir, somutlaştırabilir. Tarihin ve mücadelenin özneleri olma yolunda sağlam ve devrimci adımlar atabilmenin yöntemi budur.

Sosyalistler ise, eşcinsellik olgusu ile 'gay culture' olgusu arasındaki farkı iyi görebilmeli, eşcinsel mücadeleyi, 'gey layf' ideolojisinin dışında geliştirmelidir; neo-liberalizmin eşcinsellere ilk ideolojik-politik saldırısı olarak değerlendirebileceğimiz 'gey layf' ideolojisine direnmenin ve nesneleştirilmeye teorik-pratik set oluşturmanın devrimci ideolojisinin yollarını mücadelelerine kanalize ederek, tam ve gerçek cinsel özgürlük alanında eşcinsellerin devrimci mücadelesine katkı sağlamak durumundadır her sosyalist.

Kemalist Düzende 'farklı' olabilmek;
Türkiye bağlamında Eşcinsellik ve Eşcinsel Hareket

Her toplumun kendine ait bir toplumsal realitesi vardır. Bir devletin mekanizması, hukuksal, ideolojik, bürokratik aygıtları da bu realiteye uygunluk göstermelidir ki, devamlılığını sağlıklı bir şekilde sağlayabilsin. Ancak, maalesef ki, yaşadığımız ülkenin 'iktidar tarihi' bu sosyolojik gerçekliğin dışında geliştirmeye çalışmıştır kendisini.

Kısaca ve son analizde, teokratik devlet-toplumsal düzeninden, modern ulus-devlet düzenine geçme siyasası olarak tanımlayabileceğimiz Kemalizm, Türkiye toplumunun gerçekliklerine 'kendi yapısı gereği' uyum sağlayamadığı için belirli problemler devam etmektedir.

Çevremizi saran ülkeleri 'dış mihrak', kendisine muhalif olan herkesi de 'dış mihrakların oyununa gelen iç mihraklar, bölücüler, gericiler, teröristler' olarak niteleyen Kemalizm, bugün halen görece esnekleşmiş olsa da varlığını sürdürmekte ve arızalılığını iç-pragmatik, diktatoryal ve yukardancı yapısından ötürü görememektedir.

Batı'dan aldığı anayasayı Türkçe'ye çevirip 'modernleşme' adına uygulamaya koyan Kemalist elitler, 'kadınlara ilk seçme hakkını biz verdik' diye övünürken, yukardancılığını da tescillendirmiş olur. 'Erkeğinin sözünün dışına çıkamayan' kadın, ataerkil ve feodal ilişkiler örüntüsünde, bu 'hakkı' da 'iyi' kullanmamısını bilememiştir elbette. Bunun için ne talebi olmuştur, ne de mücadelesi..
Kemalist sınıfın yaptığı her devrim, temeli Osmanlı merkeziyetçi yukardancılığına dayanan eksikliklerden ötürü 'eksik' kalıyordu.

Toplumuna fes giydiren Osmanlı, fesi 'gevur icadı' olarak gören toplumuyla ve realitesiyle yüzleşemezken, toplumundan fesi yasaklayıp, yine bir başka 'gevur icadı' olan şapkayı getiren Kemalist elitler, toplumun 'gevur icadı' devrimlerine karşı direnişininin altında yatan içsel-kültürel dinamiklerle yüzleşemiyordu.

Ankara caddelerinde yürüyüşler düzenleyen komünist gençlere, dönemin Valisi Tandoğan; "gençler, boşuna yürümeyin, komünizm gelecekse onu da biz getiririz" diyebiliyordu.

Herşeyin 'en iyisi', halk için, halk adına ve en önemlisi halka rağmen düşünülüyor ve uygulanıyordu. Böyle bir düzende, "farklı düşünmek, farklı ve muhalif olmak, aşağıdan mücadele geliştirmek zordur elbette. Böyle bir düzende bırakın bireyin düşündüklerine karışılmasını, sakalına, bıyığına, başörtüsüne, türbanına da karışılır. 'Tek tip' birey yetiştirilmesi amaç edinilir. İlkokulda, lisede, üniversitede, askerde hep Atatürk ilke ve inkılaplarının vazgeçilemez, karşı çıkılamaz, değiştirilemez olduğu, bunun dışında farklı şeyler düşünülemeyeceği dikta edilir. İkna değil, dikta vardır tahakkümde ve tahakkümün farklılığa tahammülü yoktur. Farklılıklar sindirilir, yok edilir.

Devlet mekanizmasının yapısı da bu sistemde uluslararası dünya kapitalist sisteminin yapısına ve değişimlerine uygun olarak modern, post-modern askeri darbelerle değiştirilir. Oysa hiçbir demokratik ülkede askeri darbeler meşru sayılamaz, hoş görülemez.

1980'lere girildiğinde uluslararası kapitalit dünya sistemindeki değişim, Türkiye'de 12 Eylül faşist-monetarist darbesi ile gerçekleştirildi. 12 Eylül herşeyi değiştirdi, önce sokaklar ve caddeler. Sokaklarda 'özgürlük' diye mitingler düzenleyen onbinlerce devrimci işkencehanelerden geçirildi, sınırdışı edildi, büyük kısmı katledilerek öldürüldü. Sol yenilgiye uğratılmıştı. Devrimi yakın olduğu düşünülen Türkiye ve toplumu hızlı bir dönüşüm sürecine girdi. Bedeli onbinlerce devrimcinin işkencehanelerdeki duyulmayan çığlığı, anaların göyaşları oldu.
O çıplıkların ve gözyaşlarının üzerine kurulan 12 Eylül sistemi, toplumsal yozlaşmayı da beraberinde getirecekti.

Halen, doğal olarak, aşağıdan bir mücadele geliştirememiş ve örgütlenememiş Türkiyeli eşcinseller kendilerini, Batı ile kurulmuş ilişkilerle almaya çalıştığımız 'modern batılı kültürün' gey ideolojisinde bulacaklardı. İyice asalaklaşan ve yozlaşan eşcinseller, 'görünmeyen görünmezliklerini', hamamlarda ve seks filmleri furyasının da başlamasıyla çoğalan sinema salonlarında cinselliklerini yaşayarak unutacaklardı. Daha doğrusu, neo-liberalizmin serbestlikler getiren gey ideolojisinin etkisiyle, sanal özgürlükler yaşadıklarından, 'görünmezliklerini, toplumsal homofobiyi' çok da dert etmeyecekler, şu klasik tabiriyle 'herkesin özel hayatı kendine şekerim' diyeceklerdi. Hem hiçbir Türk insanı için Zeki Müren, hiçbir zaman eşcinsel olmamıştır ki!
Ancak ortaya çıkan AIDS salgını, toplumsal homofobiyi körükleyecek, 'herkesin özel hayatına özgü' olan eşcinselliği, fundemantalist zihniyetle, kamusal ve sosyal saldırılara maruz kalacaktı. Dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Bedrettin Dalan, 'AIDS, Allah'ın eşcinsellere gönderdiği bir beladır, nasıl ki geçmişte Lut kavmine yolladıysa' diyebilecekti. Ülke güvenliğini sağlamayı amaç edinmiş MİT, resmi dairelerdeki eşcinselleri tesbit ederek, psikolojik baskı yaratacaktı.

Aşağıdan, uzun vadeli mücadeleler sonucu Batılı eşcinsellerin elde etmiş olduğu kazanımlarla kurumlaşmalar, Türkiyeli eşcinselin afallamasına yol açıyordu. Batılı geylerin hukuk büroları, hastaneleri, okulları, örgütleri, gey parlementerleri, gey belediye başkanları homofobik saldırı önlüyordu. 'Şu gevurlarda da herşey serbestti' Türkiyeli eşcinsele göre.

'90'lara gelindiğinde daha önce de bahsetmiş olduğum gibi, neo-liberalizm karşısında tutunamayan Sovyet bürokratik devlet kapitalizminin çöküşüne tanıklık edecektik.

'90'lar 'pop ve top' çağını başlatacaktı. Değişim hızla devam ediyordu. Bir zamanlar 'devrim' sloganlarının yankılandığı sokaklarda, şimdi yırtık blue-jean'li gençler ve dinledikleri 'kıl oldum abi'li şarkılar yankılanacaktı. Dinlenilen müzik, kullanılan 'dil', giyim tarzı, imajlar.. Hepsi neo-liberalizmin, 12 Eylül faşizminin ürünüydü.

Ne yapsa kendisini hep eksik ve bunalımda hisseden kimlik sorunlu apolitik 12 Eylül genci, neo-liberalizmin tüm özgürlük oyunlarını deneyecekti: eroin içecek, ex atacak, sabahlara kadar 'çılgınca' dans edecek, 'one night stand' yaşayacak, küfredecekti.

Geyler artık gettolarında daha görünür olmaya başmıştı. 'Gullüm' yapmak için uygun kafeler vardı, çoğunlukla jigoloların olduğu barlardan da partner edinilebilirdi.
Bu süreçte, politize olmuş geyler de belirli evler de toplantılar yapıyor, sorunları üzerine konuşuyorlardı. 1994 yılında ise ilk kez bir grup kurtuluşçu gey tarafından 'Kaos GL' adında bir dergi kuruluyor ve Türkiyeli eşcinsellerinin mücadelesi nihayet temellenmiş oluyordu. Kaos GL'nin çabalarıyla eşcinsel hareketin belirli kazanımları ve kat ettiği yol var tartışmasız. Ancak, Ankara'da sıkışıp kalmışlık ve örgütlenmesinin önündeki 'gey layf' ideolojisi seti etki alanını tıpkı daha sonra ortaya çıkacak yerel örgütlenlenmelerde yaşanacağı gibi zayıflatacaktı. Bursa Spartaküs, İzmir Pembe Üçgen, Lambdaistanbul, Ayılar gibi ufak eşcinsel örgütler artık var olacaktı. Ancak bunların etki alanı daha da zayıf olacak, yararı en çok 'politize' olmuş ya da olmaya yatkın eşcinsellerin birbiriyle buluşması olarak değerlendirilecekti.

Şimdi Türkiye'deki eşcinsel örgütlerin etki alanının zayıflığını şu 5 madde ile değerlendireceğim;

a-) Türkiye'de temeli Osmanlı ademi-merkeziyetçiliğine dayanan ve Kemalist devlet bürokrasisinin merkeziyetçiliğinin ve yukardancılığının da etkisiyle aşağıdan mücadele geleneğinin var olmaması.
b-) 12 Eylül faşist-monetarist darbesi sonrası başlayan apolitizm ve bireylerin toplumsal ilgilere kayıtsızlığı, toplumsal olaylarla ilgilenmekten korkması..
c-) Eşcinsellerin, Türk fundemantalist sosyal yapısı gereği, her alanda yalnızlaştırılması ve kendisini ifade etmeye baktığı soğukluk
d-) Türkiyeli eşcinsellerin, neo-liberalizmin tüketime endeksli 'gey layf' ideolojisine kapılmış olması ve iyice asalaklaşıp bireycileşmesi..
e-) Mevcut eşcinsel örgütlerin de, ekonomik, ideolojik, politik yetersizlikleri ve Türkiye'li eşcinsel realitesine uygun stratejiler geliştirememeleri.
Bu bağlamda, Türkiyeli Eşcinsellere neden mücadele edilmesi gerektiğini anlatıp, 'nasıl'ını ortaya koymak, somut, kitlesel, radikal, militan bir eşcinsel mücadelesinin temel teorik öğesini oluşturacaktır.

Hepimiz;

Hasan Ocak, F tipinde tutsak,Iraklı,Filistinli, Kürt, Eşcinseliz

Kapitalist sistemin temel politikası; böl-yönet politikasıdır. Sistem, esas düşmanın, kötülüklerin kaynağının kendisi olduğunu unutturmak için halkı ırk, mezhep, ideolojik, inanç, cinsiyet temelinde bölmeye çalışır ; Türk-Kürt, Alevi-Sun'i, Müslüman-ateist, sağcı-solcu gibi yapay ayrımlar yaratır. Bunlar için büyük paralar harcamaktan da çekinmez. İdeolojik oyunlarla bölünen halk, sisteme değil, birbirine düşman kesilir, tabi saltanat sahipleri de devam ederler saltanatlarına güvenlikli biçimde.

Bizler de başta sosyalistler olmak üzere tüm muhalifler, insanları birleştirmeye yöneltmeli ve sistemin ideolojik oyunlarına gelmememiz gerektiğini anlatabilmeliyiz. Farklılıklarımızı düşmanlık bazında değil, renklilik bazında değerlendirmesini bilmeliyiz. İçinde bulunduğumuz şiddet kültürünün yıkmanın ve barışı sağlamanın temeli, birlik, dayanışma ve çeşitlilik ruhudur.
'Terörle mücadele' adına katledilmiş binlerce muhaliften biri olan Hasan Ocak, devletin güvenlik görevlileri tarafından işyerinden alınıp şubeye götürülmüş, 5 gün sonra da Beykoz'da cesedi bulunmuştur. Yapılan otopsi, işkence ile boğularak öldürüldüğünü ortaya çıkarmıştı. Cesedinin çabuk çürümesi için de vücudunun, yüzünün jiletlenmesi de insanlık-dışılığını bir başka göstergesiydi. Oğlunu 'kaybeden' ailesi, hak aramak için 'gerekli' yerlere başvurmuş, bedel olarak da dönemin savcılarından Nuh Mete Yüksel tarafından Ulucanlar'a tıkılmışlardı. Hak aramanın bedeliydi bu.

Hasan Ocak herşeyden önce bir insan. Düşüncesi, ideolojisi ne olursa olsun bir insan.. Ve ben bir insan olarak, farklılıklara yönelik bu insanlık dışı muameleyi sorgulamadan bir muhalif olarak mücadele edemem. Mücadele, birlikçi, dayanışmacı, kapsayıcı olmak durumundadır ki, toplumsal özgürleşmenin sağlanabilmesi yönünde sağlam adımlar atılabilsin. F tipleri mahkumları da birer Hasan Ocak.. Muhalif ve mücadeleci bir eşcinsel aktivist olarak şunu diyorum ve bunu demeliyiz, Hepimiz Hasan Ocak'ız, Hepimiz F tipi tutsağıyız..
Dünya halklarını kana bulayan emperyalist-kapitalist sistem, bugün 'kar' sağlamak için Irak'a saldırmakta ve Iraklılar direnmektedir. İsrailli siyonistler Filistin topraklarını işgal etmiş, Filistinliler direnmektedir. Türkiyeli egemenler, Kürt coğrafyasında yaşayanları 'teröre' sürüklemişlerdir. Kürtler, direnmiştir. Coğrafya değişse de güç aynı güç, mantık aynı mantıktır. Farklılıkları, muhalifleri, direnenleri sindirmek, yok etmek.. Muhalif ve mücadeleci bir eşcinsel olarak şunu diyorum ve bunu demeliyiz; Hepimiz Iraklı'yız, Hepimiz Filistin'liyiz, Hepimiz Kürdüz..
Eşcinseller, kapitalizmle eklemlenmiş homofobi, heteroseksizm ve neo-liberalizmin gey ideolojisiyle saldırıya uğramaktadır. Ve onlar diyebilmeliler ki; Hepimiz Eşcinseliz.. Hepimiz Geyiz, lezbiyeniz.. Ki mücadele kazanabilsin..

25 Ağustos 2005 - Birol Dinçel

8 Temmuz 2005 Cuma

Lezbiyen Olgusu

Özkıyım Girişiminde Bulunmuş Bir Lezbiyen Olgusu; Eşcinsellerin gördükleri ayırımcılık, baskı, ve saldırganlık nedeniyle psikolojik zorlanmalar karşısında depresyon, uyum bozukluğuna olan yatkınlığının artabileceği bildirilmiştir. Bu yazıda eşcinselliğinin gelişimindeki biyopsikososyal etmenleri belirgin olan, toplumsal ve durumsal etkenlerin etkisi ile özkıyıma sürüklenecek derecede uyum bozukluğu geliştiren bir kadın hasta sunulup, tartışılmıştır.

GİRİŞ

Eşcinsellik ezelden beri, birçok toplumda utanılacak bir durum olarak görülmüştür. Eşcinseller kınanmış, aşağılanmış, dışlanmış ve cezalandırılmıştır. Amerikan Psikiyatri Birliği, 1973 yılında eşcinselliği DSM sınıflandırma sisteminden çıkarıp, bir cinsel seçim olduğunu kabul etmiştir. Ancak, Amerika’da ve Türkiye gibi çeşitli ülkelerde toplumların olumsuz bakış açısı pek fazla değişikliğe uğramamıştır 3.

Çeşitli toplumlarda eşcinselliğin görülme sıklığı önceleri erkeklerde %10, kadınlarda %5 olarak bildirilmiştir. Daha sonra yapılan çalışmalarda ise bu oranların her iki cinsiyet için ortalama %1 ile 2 arasında değiştiği belirlenmiştir 6 . Bununla birlikte, cinsel seçimi bu yönde olmasa bile yaşamı boyunca kendi cinsi ile ilişkiye giren kişi sayısının bu oranın çok daha üstünde olduğu sanılmaktadır.

Eşcinselliğin temelinde psikodinamik, sosyokültürel, dirimsel ve durumsal bir çok neden belirleyici bir rol oynamaktadır. Bu nedenle eşcinselliğe tek bir bakış açısından yaklaşmak yerine, bütüncül bir yaklaşım sergilemenin daha doğru olacağı vurgulanmıştır 9.

Eşcinsellerde, heteroseksüel yönde cinsel seçimi olanlara oranla daha fazla psikopatoloji görüldüğü biçimindeki varsayımlar yapılan araştırmalarda doğrulanmamıştır 1. Eşcinsellerle toplumun değer yargıları arasındaki çatışmalar nedeniyle ortaya çıkan sorunlar ise çoğunlukla psikopatolojik bir bozukluk olarak değerlendirilmemektedir. Bununla birlikte gördükleri ayırımcılık, baskı ve saldırganlık nedeniyle eşcinsellerin depresyona ve uyum bozukluğuna olan yatkınlıklarının, ve özellikle özkıyıma olan eğilimlerinin arttığı öne sürülmektedir 2 .

Yapılmış olan yayınlarda eşcinsellik denince akla genelde erkek eşcinselliği gelmektedir. Lezbiyenlik olarak tanımlanan kadınlar arasındaki eşcinsellik üzerinde erkek eşcinselliği kadar yoğun çalışma yapılmamıştır. Kısıtlı sayıdaki çalışmada ise, kadın eşcinsellerinde benzeri baskılara ve ayırımcılıkla karşı karşıya kaldıkları bildirilmektedir 7.

Bu yazıda eşcinselliğinin gelişimindeki biyopsikososyal etmenleri belirgin olan, toplumsal ve durumsal etmenlerin etkisi ile özkıyımı deneyecek derecede uyum bozukluğu geliştiren bir kadın hasta sunulup tartışılmıştır.

OLGU

A, 26 yaşında, kadın, lise çıkışlı, bekar. 15 gün önce, bir süredir birlikte yaşadığı kadın sevgilisinin kendisini terketmesi üzerine içine kapanmış. Sabahları geç kalkıyor, işe geç gidiyor, kimseyle konuşmuyor, dikkatini toparlayamıyormuş. Yaşamdan, yaşamaktan zevk alamadığını söylüyormuş. Sürekli ölüm düşünceleri olan hasta ilaç içerek özkıyım girişiminde bulunmuş. Aynı gün ilk yardım polikliniğine başvuran hastanın midesi yıkanmış. Ailesi tarafından ertesi gün ikna edilerek polikliniğimize getirilen hasta inceleme, tanı ve sağaltım amacıyla yatırıldı.

Özgeçmişinde üç yaşına kadar normal gelişimi sürerken, erkek kardeşinin doğumu sonrasında cinsel organını gördüğü, bundan çok etkilendiği, annesine farklılığın nedenini sorduğu, altına tekrar yapmaya başladığı öğrenildi. Daha sonra erkek kardeşi tuvalete alışkanlığını kazanana değin bu durum sürmüş. Çocukluk döneminde oyunlarında hep baba rolü oynarmış, Daha sonraki yıllarda, hep erkek gibi giyinir, yürür, davranır, saçını kısa kestirir, kollarında, bacaklarında, yüzünde çıkan kılları almazmış. 2 yaşından 13 yaşına kadar sakat olan ve hiç evlenmemiş olan teyzesi ve anneannesi ile birlikte yaşamış. Teyzesinin ölümü sonrasında ailesinin yanına geçmiş. Cinsel yaşamında erkeklerle hiç ilişkisi olmamış. 20 yaşından beri kadınlarla çeşitli ilişkileri olmuş. Hasta daha önce hiçbir psikiyatri polikliniğine başvurup sağaltım görmemiş. Herhangi bir alkol ya da madde kullanımı öyküsü saptanmadı.

Soygeçmişinde; babası sürekli alkol alan, kumar oynayan, evde kavga çıkarıp anneyi döven biriymiş. Eve sarhoş gelir, sızarmış. Hastamıza çocukken sürekli olarak "alkol içmesinin tek nedeninin oğlu olmaması olduğunu, oğlu olsaydı içmeyeceğini" söylermiş. Anne ise çocukların üstüne düşen, anne-baba arasında seçim yapmaya zorlayan, babadan sık sık dayak yiyen biriymiş. Çocuklar bu kavgalara sürekli tanık olur, özellikle hastamız annesini korumaya çalışırmış. Bir ablası sosyal fobi nedeniyle psikiyatrik sağaltım görmüş.

Hastalık öncesi kişiliğinde kolay arkadaşlık kuran, insanlarla iyi geçinen, pek fazla sorunu olmayan, sevilen birisi olarak ailesi tarafından tanımlandı. İşyerindeki insanların genel olarak hastanın cinsel eğilimini bildikleri ancak bu konunun konuşulmasının hasta tarafından engellendiği öğrenildi. Anne ve baba, kızlarının erkek gibi davrandığının ayırdında olmalarına karşın cinsel konulardaki eğilimlerini bilmiyorlardı.

Kliniğimizdeki ilk ruhsal bakısında hasta hiç konuşmuyor, tek bir noktaya bakıyordu. Kendine olan ilgi ve bakımı azalmıştı. İletişim kurulamadığı, sorulan sorulara yanıt veremediği için ruhsal bakısı tam olarak yapılamadı.

Fizik bakısında ve nörolojik bakısı doğaldı.

Durumu düzeldikten sonra yapılan psikolojik incelemelerinden MMPI testinde yüksek ülküleri olan ancak başarısı bunlara oranla düşük ya da orta derecede olan daha çok düş ve düşlemleri ile yaşamayı yeğleyen bir yapıda olduğu belirtildi. Ayrıca heteroseksüel uyumunun zayıf olduğu ve güçlükler karşısında dezorganize olma eğiliminde olduğu bildirildi. Yapılan Beck depresyon ölçeğinde; 30 puan aldı.

Yapılan organik incelemelerinde; kan testesteron düzeyinin beklenen sınırların çok üstünde olduğu -23.5 ng/ml- (normal : 0.11-0.79 ng/ml) belirlendi. Diğer rutin kan ve hormon incelemelerinde, beyin tomografisinde (BBT), EEG sinde bir patolojiye rastlanmadı. Klinikte hastaya thioridazin 150 mg/g, mianserin 30 mg/gün başlandı.

Yapılan görüşmelerde, hastanın cinsel seçimi konusunda konuşmak istemediği, rahatsızlığı ve özkıyım girişimleri konusunda başka nedenler ileri sürdüğü belirlendi. Klinikte yatan bir başka kadın hastanın, kendisine yakın ve ilgili davranması sonrasında depresif duygudurumunda ani bir düzelme görüldü. Daha ayrıntılı ve uzun görüşmeler yapılabiliyor, söylenenleri uyguluyordu. Kendisinin "yeniden yaşama gelmiş gibi" duyumsadığını anlatıyordu. Yatışının 30.gününde önerilerle çıkarıldı. Çıkarıldıktan sonra, kendisiyle yakından ilgilenen diğer hastayla iletişim kurduğu, ona birlikte yaşamayı önerdiği önerildi. Bu önerisi kabul edilmeyince, yeniden içine kapanmış ve yemeden içmeden kesilmiş. Klinikten çıkarıldıktan yaklaşık iki hafta sonra ilaç içerek özkıyım girişiminde bulundu. Hastanemiz reanimasyon kliniğinde yaklaşık 1 hafta süreyle komada kaldı. Yeniden psikiyatri kliniğine yatırılma önerisini yadsıyan hasta, daha sonra polikliniğimizde önerilen izlemlere hiç gelmedi.

TARTIŞMA

Hastanızın cinsel ayrılıkların öğrenildiği, cinsiyete uygun rollerin benimsendiği, cinsel yasak ve değerlerin hızla öğrenildiği psikoseksüel gelişim dönemlerinden fallik dönemde belirgin sorunlarının olduğu görülmektedir. Babanın alkol kullanmasının nedeni olarak oğlu olmamasını göstermesi, o dönemlerde annenin sık sık dövülmesi gibi örseleyici yaşantılarla karşı karşıya kalan hastamızda; babası tarafından erkek olmadığı için sevilmediği, olayların nedeninin kendisi ve özellikle kız olmasının olduğu biçiminde düşüncelerin gelişmesine neden olmuş olabilir. Bu dönemde sorunları olan kişilerin yaşamlarının sonraki dönemlerinde, cinsel kimlik konusunda güvensiz oldukları, cinsel kimlik sapmaları yaşadıkları, karşı cinse karşı aşırı eleştirici ve olumsuz tutum takınabilecekleri belirtilmektedir 10. Benzer sorunların olgumuzda da ortaya çıktığı görülmektedir.

Her insanın ilk sevgi nesnesi annedir, bu bakımdan erkeklerin aksine bütün kadınların birincil olarak bir eşcinsel bağımlılık yaşantısı yaşadıkları, daha sonraki dönemlerde normal cinselliğin etkilenmesi durumunda bu bağıntının yeniden canlanabileceği düşünülmektedir 9. Bu durumdaki bir kadın, babayla olan normal nesne ilişkisinden, anneyle olan nesne ilişkisine gerileyebilir. Babasının yeterli ve uygun bir özdeşim kaynağı olamaması, on üç yaşına kadar hiç evlenmemiş olan sakat teyzesi ile yaşaması ve bunun olası etkileri sonucunda benzer bir gerilemenin hastamızın da yaşamış olduğu düşünülebilir.

Psikodinamik açıklamaların yanısıra, artmış testesteron düzeyi gibi dirimsel etkenlerin varlığı, aile ortamında belirgin olan çeşitli sosyokültürel ve durumsal faktörlerin bulunması; daha önce açıkladığımız biyopsikososyal yaklaşımın olgumuz içinde geçerli olabileceğini ortaya koymaktadır .

Hastayı tanımlayıcı açıdan ele aldığımızda; normal yaşamda karşılaşılabilecek (sevgiliden ayrılma gibi) bilinen bir stres etkeni sonrası hastada beklenene göre çok daha aşırı ve belirgin sıkıntıların ortaya çıkmıştır. Bunun ardından toplumsal ve mesleki işlevselliğindeki belirgin bozulma ve depresif duygudurumun ön planda olması gibi nedenlerle, hastaya depresif duygudurumla giden uyum bozukluğu tanısı kondu. Klinikte yattığı süre içinde, ayrıldığı sevgilisi yerine koyabileceği başka bir kadın bulduğunda, yani stres etkeni ortadan kalktığında tüm belirtilerinin kaybolması tanımızı destekleyen bir diğer etmendi.

Kimi çalışmalarda eşcinsellerle heteroseksüeller arasında depresyon, anksiyete ve psikosomatik belirtiler açısından bir farklılık olmadığı bildirilmiştir 8 . Kimilerinde ise eşcinsellerde psikosomatik belirtilerin, depresyonun, özkıyım düşüncelerinin daha fazla, kendini kabullenmenin daha düşük olduğu belirtilmiştir 2 . Lezbiyenler üzerinde yapılan bir diğer çalışmada ise bu kadınlarda öz saygısının ve mutlu olma oranının düşük, özkıyım düşüncelerinin daha fazla olduğu bulunmuştur. Bu durum eşcinsellerin karşı karşıya oldukları olumsuz sosyal tepkiye bağlanmaktadır.

Özkıyım girişimlerinin giderek ciddi sonuçlar doğurması, hastanın umutsuzluğunun ve çaresizliğinin ön plana çıktığının, beklentilerinin kaybolduğunun, özkıyım girişimlerin yardım çağrısı olmaktan uzaklaştığının işaretleridir. Eşcinsellerde ortaya çıkan depresif düşüncelerin ve özkıyıma yatkınlığın ne düzeyde devam eden olumsuz toplumsal tepkilere bağlanabileceğini belirlemek güçtür 1. Olgumuz örneğinde olduğu gibi çoğu zaman bu aşamada yapılacak en önemli şey, bu insanların sorunlarıyla baş etmelerine yardımcı olmaktır.

Bu kişilere yaklaşımda; hastanın cinsel seçimini değiştirmeye yönelik bir çabanın içine girilmesi durumunda özellikle eşcinsel hastaların sağaltıma uyumunun çok azaldığı bildirilmektedir 5. Bu durumda en doğru yaklaşım hastanın cinsel seçiminden ve yaşam tarzından çok, toplumsal ön yargıların değişmesinin gerekliliğine inanacak bir terapiste hastayı yollamak olacaktır. Bu biçimde hastaların toplumdan dışlanma ve damgalanma düşüncelerini azaltmak ve topluma uyum, kendilerine olan güven duygularını tazelemek, hastaları ölümü bir kurtuluş olarak görmekten uzaklaştıracak ve yaşama bağlanmalarını artıracaktır

KAYNAKLAR

Bancroft J (1989) Human sexuality and its problems. Churchill&Livingstone, London.
Bell AP, Weinberg MS (1978) Homosexualities: A study of diversity among men and women. London, Mitchell Beazley.
Gadpaille WJ (1995) Homosexuality and homosexual behavior, Kaplan HI, Sadock BJ(eds) Comprehensive Textbook of Psychiatry/VI Vol1, Baltimore, Williams&Wilkins, sf:1321-1334.
Gartrell N (1981) The lesbian as a single woman. Am J Psychother, 35:502-509.
Hanley-Hackenbruck P (1993) Working with lesbians in psychotherapy, Oldham JM, Riba MB, Tasman A (eds) Review of Psychiatry Vol 12, Washington DC, American Psychiatric Press, sf 59-85.
Kaplan HI, Sadock BJ (1998) Synopsis of Psychiatry, 8th edition, Baltimore, Williams&Wilkins.
Maxwell S (1995) Female homosexuality overlooked. Am J Psychiatry,152:961-962.
Saghir MT, Robins E (1973) Male and female homosexuality: a comprehensive investigation. Baltimore, Williams&Wilkins.
Stein TS (1993) Overview of new developments in understanding homosexuality, Oldham JM, Riba MB, Tasman A (eds) Review of Psychiatry Vol 12, Washington DC, American Psychiatric Press, sf 9-41. Öztürk MO (1994) Ruh Sağlığı ve Bozuklukları, 5.baskı, Ankara, Hekimler Yayın Birliği.

Dr. Lut Tamam, Dr. Rasim Somer Diler, Dr. Nurgül Özpoyraz, Dr. Emel Kulan - 1999
Ç.Ü.Tıp Fakültesi Psikiyatri ABD, Balcalı / Adana

8 Mart 2005 Salı

Homoseksüel, Biseksüel, Heteroseksüel

Bu üç tanım sadece davranışları ve düşünceleri değil kişiliği de tanımlar. Yani karşı cinsten hoşlanmakla birlikte hiç cinsel ilişkiye girmemiş bir insan Heteroseksüel olarak tanımlanabilir. Bu ayırımın tercih ettiğiniz ilişkinin şekliyle alakası yoktur. İster zevki ten temasından isterseniz öpüşmekten ya da elini tutmaktan, ister anal ilişkiden hoşlanıp aktif yada pasif durumda olun hiç fark etmez, eğer bir erkek cinsel ilişki için başka bir erkeği tercih ediyorsa, eşcinsel sayılır. Düşünce ve duyguları kadınlara yönelik olan bir erkek için istisnai bir durumda bir erkekle ilişkiye girerse Biseksüel yada eşcinsel olarak tanımlayabiliriz. Ama düşünce ve duyguları, aşkları erkeklere yönelik bir erkek ara sıra kadınlarla ilişkiye girse evli bile olsa eşcinsel olarak tanımlanabilir (Ya da tanımlanmayabilir). Günümüzde ve geçmişte insanlar bu tür ayırımları doğal olarak algılamıyordu çünkü duyguların ve cinsel atakların bir sapkınlık veya doyumsuzluk olarak görüyor toplumdan dışlıyordu. Zaten insanlar arasında ayırım yapmaya kalkarsak bu ayırımı birçok başlık altında yapabiliriz. Ten renginden, boyunun uzunluğundan yada kısa oluşundan, zayıflığından yada şişmanlığından hatta burun yapısından bile insanları sınıflandırabiliriz. Bu ayırımlara verilen önem toplum yapısına ve yapıdan kaynaklanan ahlak anlayışıyla eşdeğerdir.
Cinsel yönelimlerin sınıflandırılması Heteroseksüel ilişki biçimini mutlak sayan heteroseksist toplum düzeninin bir sonucu dur. Oysaki insan doğası bu tip mutlak ayrımlara gelmez. Hiçbir insanı kesin olarak eşcinsel, Heteroseksüel yada Biseksüel olarak tanımlayamayız. Tanımlasak bile gerçekteki durumunla bağdaşmayacaktır. Olsa olsa heteroseksizmin baskın olduğu ataerkil yapıya sahip düzenin varoluşunu sürdürmesine ve insanoğlunun doğasından uzak kalışının sürekliliğine katkı sağlamış oluruz.
Cinsel ihtiyaç ne iyidir ne de kötü sadece doğaldır. Bunu bir şekilde karşılamaya çalışmak da doğaldır ve herkesin hakkıdır. Ahlakın ve terbiyenin seçtiğimiz insanın cinsiyeti yada sevişme şekli değil, cinselliğimizi sorumlu ve karşılıklı saygıya dayandırarak yaşamak olabilir. Herşey den önce sorunsuz bir cinsel hayat için önce kendi kimliğinizi ne olursa olsun tanımanız ve hayatınızın yönünü bu doğrultuda yönlendirmeniz şart çünkü aklınızdan geçen bu duygular bir düşünce değil bir doğallıktır. İster Biseksüel olun isterseniz Heteroseksüel yada Homoseksüel hiç farketmez hayatınızın olgunluğa geçiş döneminde cinsel kimlik ve partner arayışı yaşayacak kendinizi içinizden gelen duygular neticesinde yönlendireceksiniz. Yapmış olduğumuz araştırmalarda bu kimlik arama döneminde bir kısım Heteroseksüelin karşı cinse olan aşırı arzularını bir sapkınlık olarak tanımlamış ve normal düzenli bir cinsel yaşam istemişlerdir. Halbuki bu istekleri özellikle olgunluğa geçiş döneminde gayet normaldir. Sadece bu tür duygular tercihin ne olursa olsun gizli yaşandığı için hareketlerini ve düşüncelerini kendine özel görüp bir tür aşırı istek yada doyumsuzluk yaşadığını zannedip bir süre durgunluk döneminden sonra cinsel kimlik arayışında kendi yerini bulmaya çalışmışdır.
Biseksüeller ise kimliklerini daha zor kabul ettiklerini hatta bir çoğunun Biseksüel bir yaşam sürmesine rağmen yinede kendilerini bu sınıfa koymadıklarını gördük. Hatta bir kısmı ise kendinden de utanıp içlerine kapandıkları ve homofobi oluşturduklarını içlerinde ne kadar arzu ve istek uyansada bu duyguyu bastırdıklarını belirtiyorlar. Bu baskının bedelini ağır ödediklerini, toplum içine ve arkadaş gruplarına giremediklerini girseler bile uyum sağlayamadıklarını belirtip bu durumdan kimliklerini tam anlamıyla kabul ettiklerinde kurtulduklarını söylüyorlar.
Homoseksüeller eşcinselliğinin farkına vardığı ilk zamanlarda içlerinde bir savaş yaşadıklarını karşı cinse bir istek duymadıklarını ama kendini karşı cinse olan arzularını değiştirmek için zorladıklarını neticede ise bu denemenin başarısızlıkla sonuçlandırmış kendilerini olduğu gibi kabul edip cinsel yaşamını bu şartlar altında sürdürmüşlerdir. Homoseksüeller, Heteroseksüel yada Biseksüel bir yaşamdan sonra bu yaşamı seçmedikleri yani sonradan eşcinsel olmadıklarını belirtiyorlar.

BİSEKSÜELLİK
Hermaphroditos, tanrıların mesajlarını ulaştırma yetkisine sahip olan Hermes ile aşk tanrıçası Aphrodite'in oğludur. Adını anne ve babasından alan Hermaphroditos, yakışıklılığı ve mükemmel fiziği ile ün salmış genç bir adamdır. Çıktığı bir seyahat sırasında yolu şimdiki Bodrum'un Bardakçı koyuna düşer. Berrak küçük bir akarsuyun kıyısında dinlenirken, o sularda yaşayan su perisi Salmakis tarafından fark edilir. Hermaphroditos'a görür görmez vurulan Salmakis yakışıklı gence aşkını sunar, ancak reddedilir. Bunu gururuna yediremeyen, güzel Salmakis, ikisinin bedeninin bir daha birbirlerinden hiç ayrılmamaları için bütün tanrılara yalvarışta bulunur. Tanrılarda Salmakis'in bu dileğini kabul ederler. Hermaphroditos ile güzel Salmakis'in vücutlarını birleştirirler. Böylece ortaya, Hermaphroditos'un kusursuz erkek güzelliğine, Salmakis'in kadınsı ruhunun eklendiği çift cinsiyetli bir beden çıkar. Bu mitolojik efsane giderek unutulmaya yüz tutsa da, "Hermaphroditos" sözcüğü çift cinsiyetlilik anlamını kazanmış ve 17. yüzyılda sözlüklere girmiştir. Artık Hermaphroditos mitolojik bir şahsiyetin adı değil, bu günkü kullanım şekli ile Biseksüel vakaların adlandırılmasıdır.
Toplumda Biseksüellik pek fazla telafuz edilmeyen, edildiğinde ise Homoseksüellikten daha fazla tepki toplayan iki cins arası Bir Şey, Son yapılan araştırmalara göre eşcinselliğin genlere dayalı olduğu kanıtlanmış ve bununla birlikte bir çok ülkede eşcinsel evliliklere izin verilmiştir. Ama kimlikleri incelediğimizde Biseksüel yaşam süren kişileri bir tarafa koyamadığımızı gördük yani şunu demek istiyorum ki bazı insanlar % 100 Heteroseksüel bazılarıysa % 100 Homoseksüeldir. Yani ya o’sundur yada bu, peki bu durumda Biseksüeller hangi taraftan oluyorlar, kendilerini hetero yada homoseksüel olarak tanımlayamayan her iki cinse de istek duyan bu insanlar bir duygusal boşlukta toplumla psikolojisi arasına sıkışmış kendinin ne olduğunu anlamaya hatta bulmaya çalışan bu grubun hissetiği duygusal düşünceler ve aşklar bir gerçeğimi yoksa bir doyumsuzluğumu gösteriyor.
Yıllarca karşı cinsle ilişki kurup daha sonra hemcinsine ilgi duyanlar var. Aynı şekilde kendini uzun süre eşcinsel olarak tanımlayıp daha sonra karşı cinsede istek duyduğunu farkedip evlenip çoluk çocuğa karışanlarda oluyor ama bu isteklerinde ne kadar samimiyet söz konusu tartışılabilir ya da belli bir düzen izlemeden kadın ve erkeklerlede birlikte olanlar var.
Biseksüellik te Cinsel Tercih konusuna ağırlık vermek gerekiyor. Çünkü burada gerçekten bir tercih söz konusu, her iki cinsle ilişkiye girebildiğine göre cinsel yetersizliklerden bahsetmek mümkün değil, peki cevap nerede kişinin kendisinde mi yoksa genlerinden gelen bir sinyaldemi ! Cinsel ayırım yapmadıkları için sürekli kendini diken üzerinde hisseden Biseksüeller kendilerini şu şekilde anlatabiliyorlar ancak, Her iki cinse karşı arzu ve istek yaşıyoruz ama belli bir yere kadar duygularımızı bastırmak zorunda kalıyoruz bunun doğru olmadığını bizlerde biliyoruz ama Heteroseksit bir toplumda yaşadığımızın farkında olaraktan buna mecbur kalıyoruz, içimizden gelen bu isteği kontrol edebilmek imkansız ya aseksüel bir yaşam sürücez yada kendimizi toplumun karşısına alıp yaşamımızı devam ettirecez”. Biseksüeller günübirlik ilişki istediklerinde kendilerine partner olarak Hemcinslerini seçtiklerini duygusal ve biraz daha uzun bir beraberlik istediklerinde ise karşı cinse yöneldiklerini bu durumdanda hoşnut olduklarını söylüyorlar.
Biseksüellerin bir çoğu hayata Heteroseksüel olarak başlamış eşcinsel kimliklerini sonradan farketmiş kişiler oluşturuyor. Biseksüel ilişkilerde kadınların erkeklerden farklı bir tutum sergilediği görülüyor. Erkekler başka erkeklerle seksi rahatlıkla yaşayıp iş aşık olmaya gelince çekimser ve tutuk bir tavır sergiliyor. Kadınlar ise aşkı rahatlıkla yaşayıp seks aşamasına gelmekte zorlanıyorlar. Her iki tarafında seksi algılayışları farklı fakat cinsiyet ayırımı konusunda kadınlarında erkeklerinde bakış açısı aynı, Kadınlarda erkeklerde kadınlarla yaşanan seksin daha entim, erkeklerle yaşanan seksin ise daha fiziksel olduğunu söylüyorlar. İki cinsinde sunduğu şeyler farklı olduğundan Biseksüel ler yeri ve zamanı geldiğinde tercihlerini ona göre yapıyorlar. Duygusal ve yumuşak bir ilişki istediklerinde kadınlara, fiziğe dayalı ve birazda sert bir yatak macerası istediklerinde ise erkeklere yöneliyorlar. Zaman içinde kadınların ve erkeklerin hangi yönden çekici olduklarını keşfedip, erotik ve duygusal yönden iki cinsten de zevk alma potansiyeline sahip, fakat toplumda oturmuş Heteroseksüel bakış açısı, yerleşik aile bilinci çoğu insanı bu potansiyellerini kullanmaktan, kendi cinsleriyle ilişkiye girmekten alıkoyuyor. Birçoğu yetiştirilme tarzından bu potansiyeli bastırmayı öğreniyor. Bastırılmış bu potansiyel karşı duyulan ilginin üzerine ekleniyor. Biseksüel ler bu çoğunluğun aksine içlerindeki bu potansiyeli kullanıyorlar ve iki cinsten duydukları ihtiyacı ayrı ayrı alıyorlar.
Biseksüel insanların bir çoğu kendini Biseksüel olarak görmemekle birlikte kendilerini Homoseksüel olma yolunda ilerleyen bir Heteroseksüel olarak algıladıklarını ve erkek biseksüel lerin kendilerini tanıtırken aktif ve Heteroseksüel olduklarını vurgulayarak belirtiyorlar. Bir kısmı ise toplumda edinmiş oldukları mevkiyi kaybetmek korkusundan hemcinslerine duydukları ilgiyi sır gibi saklıyorlar Bu arzu içlerinde büyüse bile fiili bir ilişkiye girmeyebiliyorlar. Sonuçta her cins az da olsa içinde karşı cinsin hormonlarını taşıyor, zaman zaman bu hormonlar baskın çıkıp insanı kendi cinsine yöneltebiliyor. İçindeki bu biyolojik duyguları yaşayan dış dünyadaki insan bir belirsizlik içinde kendini kabullenmeye daha sonra da topluma kabullendirmeye çalışıyor. Bu savaştan galip mi yoksa mağlup mü çıkar bilinmez ama bir gerçek var ki kendini kabullenene kadar kendi iç dünyasında sıkıntılı, düşünceli, yalnız bir yaşam söz konusu...
Çoğu Biseksüel cinsel seçimlerinde akıllarının karıştığını itiraf ediyorlar. Cinsel tercihler içinde Biseksüel lik tanımı ve analizi yapılması açısından en çok zorlanan seçenek. Bunun yanı sıra eşcinselliğin toplumda kabul gördüğü şu zamanlarda Biseksüel lere karşı tutulan tutum daha sert. Eşcinsellik açısından tıbbi olarak bir zorunluluk olarak algılanmaya ve hoş görülmeye başlanıyorken Biseksüel lik ne istediğini bilmeyen seks düşkünü azgın sapıkların tarzı olarak algılanıp tepki görüyor. Biseksüel likteki diğer bir ilginç yaklaşım ise Partner ların ilişkide oldukları kişiyi kendi cinslerindeki insanlardan kıskanıyorlar. Örneğin bir kadın kadın sevgilisinin bir erkekle flörtüne bir dereceye kadar göz yumarken aynı flört bir kadın arasında yaşanırsa çılgına dönebiliyorlar. Bunların yanında karşı cinse ilgi duydukları halde hemcinsleriyle ilişkiye giren Biseksüel lerin özellikle üzerinde durdukları nokta hemcinsleriyle yaşadıkları ilişkiden büyük tatmin duyduklarını çünkü bunun insanın kendisiyle sevişmesi gibi bir duygu olduğunu söylüyor. Eşcinsel ilişiler, partner lar kendi vücutlarını tanıdıkları için karşısındaki insan da nerede ne zaman ve ne şekilde dokunması gerektiğini iyi biliyor bu yüzden seksi daha farklı ve içten yaşadıklarını söylüyorlar.
Sonuç olarak kimliklerini belli bir yere kadar kabul eden Biseksüeller hemcinsleriyle yaşadıkları ilişkileri görmemezlikten gelebiliyorve hatta Kendilerini rahatlıkla Heteroseksüel olarak tanımlayabiliyor Buna karşın hemcinslerini eşcinsel olarak görüp kendilerini teselli ediyorlar. Bu davranışın anlamı henüz kimliğini bulamamış ve kendini dipsiz bir kuyuda ne istediğini bilmeyen bir kişi olarak gören Biseksüel bir tavırdır. Biseksüellikte aktiflik ve pasiflik ayırımı yoktur yani hemcinsiyle ilişkiye girip sonrada ben aktifim demesi komik bir durum ortaya çıkarıyor. Aktif de olsan pasifde karşı cinsten hoşlanıyorsan ve aşık olabiliyorsan hemde hemcinsine karşı bir ilgi duyuyorsan ve onunla cinselliğini yaşıyorsan sonuç bir kapıya çıkıyor BİSEKSÜELLİK.
Eğer kendini heteroseksüel olarak görmediğin için üzülüyorsan kendini suçlu Toplumdan dışlanmış hissediyorsan yanılıyorsun Çünkü senin Biseksüelliğini toplum dışı gören bir takım insanların Özellikle kırsal alanlarda yaşayanların bir çoğu Zoofili bir yaşam sürüyorlar. Yani cinsel ihtiyaçlarını hayvanlardan karşılayabiliyorlar ve bunu da doğal bir şeymiş gibi anlatabiliyorlar. Hiç olmazsa sen seçme şansı olan ve düşünen bir canlıyı yani insanı seçiyorsun tek farkın bu seçimine ara sıra hemcinsinide katman kendini bu durumla karşılaştırdığında ne demek istediğimi anlayacaksın.
Bunda çekinilecek bir şey yok tabiki, dediğim gibi cinsel tercihler bir seçim yada doyumsuzluk değil tamamen doğal olması, kimliğini ne kadar çabuk oturtursan seni daha renkli ve rahat bir cinsel yaşam seni bekliyor olacak, tabiki partnerına duydugun saygı ve terbiye bunu pekiştirecek, bu yazımda kesinlikle Biseksüelleri yargılamıyorum sadece Biseksüelliği daha iyi tanımalarına yardımcı oluyorum çünkü Cinsel kimliklerin son aşaması Kabullenmek’tir yani er yada geç kendini tanıycan ve bu kimliği kabul edicen. Konuşacak ve dertlerini paylaşacak kimseyi bulamazsan yanında bir psikoloğa dertlerini anlatabilirsin unutmaki psikologlar tedavi etmez sadece destek verirler

Lucas Erado
E-Legato 2005

9 Şubat 2005 Çarşamba

Toplumsal Cinsiyet, Cinsellik ve Eşitsizlik

Bir erkek olmak nasıl bir şeydir? Ya bir kadın olmak? Ünlü gezgin Jan Morris, bir zamanlar erkekti. James Morris olarak, Everest'e başarılı bir tırmanış yapan İngiliz gezi ekibinin bir üyesi idi. Aslında, oldukça 'erkek gibi' bir erkekti araba yarışıcısıydı ve pek çok spor dalıyla uğraşmaktaydı. Yine de kendisini her zaman, erkek bedeni içindeki bir kadın olarak hissetmişti. Bu yüzden cinsiyet değiştirme ameliyatı geçirdi; o günden bu yana da bir kadın olarak yaşamını sürdürmektedir.

Morris'in yazdığı, cinsiyet değiştirme deneyimini anlattığı kitapta, erkek ve kadınların yaşadıkları ayrı dünyalara ilişkin kimi zekice düşünceler vardır:
Bize, cinsler arasındaki toplumsal uçurumun giderek daraldığı söylenmekteyse de, ben yalnızca, yirminci yüzyılın ikinci yarısında, yaşamı her iki rolü de [kadın ve erkek] yüklenerek geçirdiğimi ve varoluşun erkekler ile kadınlar arasında farklı olmayan hiçbir yönü, günün hiçbir anı, hiçbir ilişki, hiçbir düzenleme, hiçbir tepki olmadığını söyleyebilirim. Bana hitap eden ses tonu, [kuyrukta] yanımdakilerin duruşu, bir odaya girdiğim ya da bir lokantada oturduğumda havadaki o duygu bile sürekli olarak benim statü değişikliğimi vurgulamaktaydı.

Ve eğer başkalarının tepkileri değiştiyse, benimkiler de değişti. Daha fazla bir kadın olarak görüldükçe, daha fazla kadın oldum. Yeni durumuma ister istemez uyum sağladım. Arabaları geri geri sürmekte ya da şişeleri açmakta beceriksiz görüldüğümde, tuhaf bir biçimde daha beceriksiz hale geldiğimi gördüm. Eğer bir konunun benim için çok ağır olduğu düşünülüyorsa, kendim de açıklanamaz biçimde böyle olduğunu gördüm...

Örneğin, daha uygar erkek arkadaşlarım tarafından öğle yemeğine götürüldüğümde, işini gereğinden çok ciddiye alan garsonun çok da uzun olmayan bir zaman önce bana göstermiş olduğu davranışın, şimdi arkadaşıma gösterdiği davranış gibi olduğunu düşünmek beni eğlendiriyor. Eskiden olsa beni, saygılı bir ciddiyetle selamlardı. Şimdi peçetemi, sanki benimle eğleniyormuş gibi oyuncu bir gösterişle açıyor. Daha sonra benim siparişimi büyük ilgiliye alıyor ve benden hoppaca bir şeyler söylememi bekliyor (ve ben de söylüyorum) (Morris 1974).

Birisinin bir 'erkek'ken bir 'kadın' olabileceğini düşünmek, çoğumuzun kısa bir süre duraklamasına yol açıyor çünkü, cinsiyet farklılıkları yaşamlarımızda böylesine önemli bir etkiye sahip. Genellikle bu farklılıkları tam da çok yaygın olduklarından görmeden geçeriz. Bunlar en başından beri içimizde yer etmiştir.

Bu bölümde, insan cinsel davranışının doğasını incelemenin yanı sıra cinselliğin insanın cinsel kalıpları ve cinsel farklılıkların karmaşık niteliğini de çözümleyeceğiz. Çağcıl toplumlardaki cinsel yaşam, başka pek çok şey gibi, çoğumuzun duygusal yaşamını etkileyen önemli değişimler geçirmektedir. Bu değişmelerin neler olduğunu öğrenecek ve bölümün sonlarına doğru bunların daha geniş açılardan önemini yorumlamaya çalışacağız.

İşe, erkek çocuklarıyla kız çocukları, erkeklerle kadınlar arasındaki farklılıkların kökenlerini araştırarak başlıyoruz. Araştırmacılar, doğuştan gelen biyolojik özelliklerin bizim cinsiyet kimliklerimiz ve cinsel etkinliklerimiz üzerinde bıraktığı kalıcı etkilerin derecesi konusunda anlaşmazlık içindedirler. Cinselliğimizin, pek çok gelişmemiş hayvanın iyi bilinen kuşlar ve arılar gibi cinsel etkinliklerinin içgüdüsel niteliği anlamında içgüdüsel olduğunu artık hiç kimse düşünmemektedir. Bununla birlikte kimi araştırmacılar, cinsiyet ve cinselliğin çözümlenmesinde toplumsal etkilere, başka etkilerden daha öncelikli bir yer vermektedir.

Seks, Toplumsal Cinsiyet ve Biyoloji


Gündelik konuşmada kullandığımız 'seks' sözcüğü, hem bir kişi kategorisine hem de 'seks yapmak' gibi insanların bulunduğu edimlere gönderme yapan muğlak bir sözcüktür. Açıklık amacıyla, kadınlarla erkekler arasındaki biyolojik ya da anatomik farklar anlamındaki seks ile cinsel etkinlik arasında bir ayrım yapmamız gerekiyor. Ayrıca, SEKS ile TOPLUMSAL CİNSİYET arasında da bir başka önemli ayrım yapmalıyız. Seks bedenin fiziksel farklarına göndermede bulunurken cinsiyet, erkek ve kadınlar arasındaki ruhsal, toplumsal ve kültürel farkları dikkate almaktadır. Seks ve toplumsal cinsiyet arasındaki ayrım temel bir ayrımdır, çünkü erkeklerle kadınlar arasındaki farklar köken bakımından biyolojik nitelikte değildirler.

Kadınlarla erkeklerin davranışları arasındaki farkların ne kadarı toplumsal cinsiyet yerine seksten kaynaklanmaktadır? Başka deyişle bu davranış farklılıklarının ne kadarı biyolojik farkların bir sonucudur? Kimi yazarlar, kadınlar ile erkeklerin davranışları arasındaki farkların, bütün kültürlerde kimi biçimlerde varolan, doğuştan gelen farklılıklar olduğuna inanmaktadırlar; sosyobiyolojinin bulguları da büyük ölçüde bu yöndedir. Kuşkusuz, diye sormaktadır sosyobiyologlar, bu erkeklerin, kadınlarda olmayan biyolojik temelli bir saldırganlık eğilimleri olduğunun bir göstergesi değil midir?

Başka araştırmacılar bu kanıtı pek ikna edici bulmamaktadırlar. Onlara göre erkeklerin saldırganlığı, kültürden kültüre değişmeler göstermekte ve kimi kültürlerde kadınlardan daha edilgen ya da daha nazik olmaları beklenmektedir (Elshtain 1987). Dahası, bu araştırmacılar, bir özellik az çok evrensel diye bunun ille de biyolojik kökenli olması gerekmez diye eklemektedirler; böyle nitelikleri yaratan genel türden kültürel etkenler bulunabilir. Örneğin, çoğu kültürde, kadınların çoğunluğu yaşamlarının önemli bir bölümünü çocuk bakmakla geçirebilir ve av ya da savaşta yer almazlar. Bu görüşe göre kadın ve erkeklerin davranışları arasındaki farklar esas olarak, kadın ve erkek kimliklerinin ya da dişillik ile erilliği toplumsal olarak öğrenilmesiyle ortaya çıkmaktadırlar.

Hayvanlardan elde etilen kanıtlar


Bu kanıtlar neyi göstermektedir? Olası bir bilgi kaynağı, seksler arasındaki hormonal özellikler arasındaki farklardır. Kimi yazarlar, erkeğin seks hormonu testosteronun, erkeğin saldırganlık eğilimi ile elele gittiğini ileri sürmüşlerdir. Araştırmalar, örneğin, erkek maymunların doğar doğmaz hadım edildiklerinde, daha az saldırgan olduklarını göstermiştir; buna karşılık, testosteron verilen dişi maymunlar, sıradan maymunlara göre daha saldırgan hale gelmektedir. Bununla birlikte, maymunlara diğerleri üzerinde egemen olma fırsatı verilmesinin, gerçekte testosteron düzeyini artırdığı da görülmüştür. Dolayısıyla, hormonun artan saldırganlığa neden olmasından çok, saldırgan davranışın hormon üretimini etkiliyor olması olasıdır.

Bir başka olası kanıt kaynağı, hayvan davranışının doğrudan gözlenmesidir. Erkek saldırganlığını biyolojik etkilere bağlayan yazarlar çoklukla, gelişmiş hayvanlar arasındaki erkek saldırganlığını vurgulamaktadırlar. Bunlara göre, eğer şempanzelerin davranışlarına bakarsak, erkeklerin değişmez biçimde dişilere kıyasla daha saldırgan olduklarını görürüz. Yine de, aslında hayvan türleri arasında büyük farklar bulunmaktadır. Örneğin gibbon maymunlarının erkekleri ile dişileri arasında, saldırganlık bakımından pek az göze çarpan fark vardır. Dahası pek çok dişi maymun kimi durumlarda, örneğin yavruları tehdit altındayken, son derece saldırgan olurlar.

İnsanlar ilan elde edilen kanıtlar


İnsanlar sözkonusu oldukta, temel bir bilgi kaynağı tek yumurta ikizlerinden gelmektedir. Tek yumurta ikizleri, tek bir yumurtadan ortaya çıktıklarından, kesinlikle aynı genetik yapıya sahiptirler. Belirli bir örnekte, erkek tek yumurta ikizlerinden birisi, sünnet edilirken ciddi biçimde yaralanmış ve cinsel organlarının bir kadın olarak yeniden yapılmalarına karar verilmiştir, ikizler altı yaşlarında, Batı kültüründe bulunun tipik erkek ve dişi özellikleri göstermekteydiler. Küçük kız diğer kızlarla oynuyor, ev işlerine yardım ediyor ve büyüdüğünde evlenmek istiyordu. Erkek çocuğu, öteki erkek çocuklarının yanında olmayı yeğliyordu; gözde oyuncakları arabalar ve kamyonlardı ve büyüdüğünde bir polis ya da itfaiyeci olmak istiyordu.

Bu örnek, bir süre için, toplumsal cinsiyet farklılıklarının toplumsal olarak öğrenilmesinin ezici etkisinin kuşkuya yer vermeyen bir örneği diye görülmüştü. Bununla birlikte kız çocuğu genç kız olduğunda, bir televizyon programında kendisiyle bir konuşma yapıldı. Bu konuşma, kızın kendi toplumsal cinsiyet kimliği hakkında sorunları olduğunu, hatta kendisinin her şeyden önce 'gerçekten' bir erkek olduğunu duyumsadığını ortaya çıkarmıştır. Bunun ardından kız kendi ilginç geçmişini öğrenmiştir; bu bilgi pekala kendi kendisi hakkındaki değişen bakışının nedeni olabilir (Ryan 1985).

Bu örnek, kadınlarla erkekler arasındaki gözlenen davranış farklılıkları üzerinde biyolojik etkilerin bulunma olasılığını dışlamamaktadır. Ne ki, eğer bu farklılıklar varsa bile, bunların fizyolojik kökenleri hâlâ belirlenmiş değildir. Bu sorun bugün de tartışmalıdır; ama Richard Levvontin'in vardığı sonuç, başka pek çok kişinin de kabul edebileceği bir sonuçtur:

Bir kişinin kendi kimliğini birincil olarak erkek ya da kadın diye belirlemesi, bu belirlemeye eşlik eden tutum, düşünce ve istekler toplamıyla birlikte, bu kişiye çocukken hangi kimliğin yüklendiğine bağlıdır. Olayların olağan seyrinde, bu kimlikler, uyumlu kromozom, hormon ve morfoloji farklılıklarına karşılık gelir. Dolayısıyla, biyolojik farklılıklar, toplumsal roller arasındaki farklılaşmanın bir nedeni olmak yerine bir habercisi haline gelir (Levvontin 1982).

Cinsiyetin Toplumsallaşması


Biyolojik kanıtların toplumsal cinsiyet farklılıklarını anlamamıza katkısı olsa da, tutulacak bir başka yol, cinsiyet toplumsallaşmasının, aile ve basın gibi toplumsal etkenler yoluyla toplumsal cinsiyet rollerinin öğrenilmesinin incelenmesidir.

Anne Babanın ve Yetişkinlerin Tepkileri


Cinsiyet farklılıklarının ne ölçüde toplumsal etkilerin bir sonucu olduğunu incelemek üzere pek çok çalışma yapılmıştır. Anne ile bebek arasındaki etkileşim üzerine yapılan çalışmalar, anne babaların erkek ve kız çocuklarına yönelik davranışları arasında bir fark olmadığına inanmasına karşın, erkek ve kızlara yönelik davranışları arasında farklılıklar olduğunu göstermektedir. Kendilerinden bir bebeğin kişiliğini değerlendirmeleri istenen yetişkinler, çocuğun erkek mi yoksa kız mı olduğuna inanmalarına bağlı olarak, farklı yanıtlar vermektedirler. Klasik bir deneyde, beş genç anne, Beth adı verilen altı aylık bir bebekle etkileşim halindeyken gözlenmişlerdir. Bu anneler bebeğe çoklukla gülümsemişler ve oynaması için bebekler uzatmışlardır. Bebek anneler tarafından 'tatlı' ve 'yumuşak bir ağlaması' olan bir bebek diye değerlendirilmiştir, ikinci bir grup annenin aynı yaştaki, Adam adı verilen bir çocuğa gösterdiği tepkiler, gözle görülebilir derecede farklıydı. Bebeğe oynaması için bir tren ya da öteki 'erkek oyuncakları' uzatılma olasılığı daha fazlaydı. Beth ve Adam aslında, farklı elbiseler giydirilen aynı çocuktu (Will ve diğerleri 1976).

Toplumsal Cinsiyetin Öğrenilmesi


Bebeklerin toplumsal cinsiyetlerini öğrenmeleri, neredeyse kesinlikle bilinçsizdir. Çocuklar kendilerini doğru bir biçimde erkek ya da kız olarak adlandırmadan önce, bir dizi sözle ifade edilmeyen sinyaller alırlar, örneğin, erkek ve kadın yetişkinler bebekleri genellikle farklı biçimlerde tutarlar. Kadınların kullandıkları kozmetiklerin, bebeğin erkeklerle eşlediklerinden farklı kokuları vardır. Sistematik giyiniş, saç biçimi vd. farklılıkları bebeğe, öğrenme sürecinde görsel sinyaller sağlar. îki yaş civarındaki çocukların, toplumsal cinsiyetin ne olduğuna ilişkin tam olmayan bir anlayıştan olur. Kendilerinin erkek mi yoksa kız mı olduklarını bilirler; başkalarını da genellikle doğru bir biçimde sınıflandırabilirler. Bununla birlikte çocuklar, beş ya da altı yaşa gelene kadar, kişinin toplumsal cinsiyetinin değişmediğini, herkesin bir toplumsal cinsiyeti olduğunu ve kızlar ile erkekler arasındaki seks farklılıklarının anatomik temelli olduğunu bilmezler.

Küçük çocukların gördüğü oyuncaklar, resimli kitaplar ve televizyon programlan hep erkek ve kadın özellikleri arasındaki farklılıktan vurgulama eğilimindedir. Oyuncakçı dükkanları ve mektupla sipariş katalogları ürünlerini genellikle toplumsal cinsiyete göre sınıflandırır. Hatta toplumsal cinsiyet bakımından yansız görünen kimi oyuncaklar bile pratikte böyle değildirler. Örneğin, oyuncak yavru kedi ve tavşanlar kızlara önerilirken, aslan ve kaplanların erkekler için daha uygun olduğu düşünülür.

Vanda Lucia Zammuner, italya ve Hollanda'da, yedi ile on yaşlar arasındaki çocukların oyuncak tercihlerini incelemiştir (Zammuner 1987). Bu çalışmada, çocukların, basmakalıp erkek ve kadın oyuncaklarının yanı sıra sekse göre değişmediği varsayılan oyuncaklar da içlerinde olmak üzere, bir dizi oyuncağa gösterdikleri ilgi çözümlenmiştir. Hem çocuklara hem de anne babalarına, hangi oyuncakların erkek, hangilerinin de kız çocukları için uygun oldukları sorulmuştur.

Yetişkinler ile çocuklar arasında bu konuda gözle görülür bir anlaşma sözkonusudur. Ortalama olarak, İtalyan çocuklar, Hollandalı çocuklara kıyasla sekse göre değişen oyuncaklarla daha fazla oynama eğilimindedirler italyan kültürü, Hollanda toplumuna kıyasla toplumsal cinsiyet farkları üzerine daha geleneksel bir bakışı benimsemeye eğilimi olduğundan, beklentileri doğrulayan bir bulgu, öteki çalışmalarda olduğu gibi, her iki toplumdaki kızlar, toplumsal cinsiyete göre değişmeyen oyuncaklar ya da erkek çocuklarının oyuncaklarıyla, erkek çocukların kız oyuncaklarıyla oynamak istediklerinden daha fazla oynamak istemektedirler.

Öykü Kitapları ve Televizyon


Yirmi beş yıl önce, Lenore VVeitzman ve meslektaşları, okul öncesi çocukları için en çok kullanılan kimi kitaplardaki toplumsal cinsiyet rollerinin çözümlemesini yapmışlar ve toplumsal cinsiyet rolleri arasında açık farklılıklar bulmuşlardır (VVeitzman ve diğerleri 1972). öykü ve resimlerde, kadınlara ll'e l gibi bir aranla ağır basan erkekler çok daha ağırlıklı bir yer tutmaktaydı. Toplumsal cinsiyet kimlikleri olan hayvanlar da dahil edildiğinde, bu oran 95'e l'idi. Dişilerle erkeklerin

etkinlikleri de farklılaşmaktaydı Erkekler, serüven türü uğraşlar ile bağımsızlık ve iç gerektiren ev dışı etkinlikleri gerçekleştirmekteydiler. Kızlar sözkonusu olduğunda, edilgin ve çoğunlukla ev işleriyle uğraşıyor olarak sergilenmekteydiler. Kız, erkekler için yemek pişirip temizlik yapar ya da onların dönüşünü beklerlerdi. Aynı şey öykü kitaplarında bulunan yetişkin kadın ve erkekler içinde büyük ölçüde doğruydu. Eş ve anne olmayan kadınlar, cadılar ya da periler gibi düşsel yaratıklardı. Çözümlenen bütün kitaplarda, evi dışında bir mesleği olan hiçbir kadın yoktu. Buna karşın, erkekler, savaşçı, polis, yargıç, kral vd. idiler.

Daha yakın zamanlarda yapılan araştırmalar, durumun biraz olsun değişmiş olduğunu düşündürse de, çocuk yazınının çoğunluğunun büyük ölçüde aynı olduğunu göstermektedir (Davies 1991). Örneğin masallar, cinsiyete ve kızlarla erkek çocuklarından sahip olmaları beklenen amaçlar ile hedeflere yönelik olarak, geleneksel bir tutum benimsemektedirler. "Prensim bir gün gelecek" bunun anlamı, birkaç yüzyıl öncesindeki peri masalları türlerindeki gibi, yoksul bir aileden gelen bir kızın talih ve servet düşleyebileceğidir. Bugün bunun anlamı, romantik aşkın idealleriyle daha bir bağlantılı hale gelmiştir. Kimi feministler, en ünlü masalları, bunlardaki genel vurgulan tersine çevirerek yeniden yazmaya çalışmışlardır:

O adamın komik bir burnu olduğuna gerçekten dikkat etmemiştim.

Ve şık elbiseler giyerken kesinlikle çok daha iyi görünüyordu.

Geçen gece göründüğü kadar çekici de değil hiç.

Bu durumda, ben de denediği cam ayakkabı ayağına çok dar geliyormuş gibi yapacağım sanırım (Viorst 1987).

Ne ki, Külkedisi'nin bu biçimindeki gibi, böyle yeniden yazımlar büyük ölçüde yetişkin okuyuculara yönelmektedirler ve sayısız çocuk kitabında anlatılan öyküleri pek etkiledikleri söylenemez

Kimi dikkate değer istisnalar olsa da, çocuklar için hazırlanan televizyon programları üzerine yapılan çözümlemeler de, çocuk kitaplarındaki bulgularla uyum içinde olan sonuçlar vermektedirler. En fazla izlenen çizgi filmler üzerine yapılan çalışmalar, başroldeki karakterlerin erkek olduklarını ve erkeklerin etken uğraşlarda ağır bastıklarını göstermektedir. Benzer görüntüler, programlar arasında verilen reklamlarda da vardır.

Cinsiyet Ayrımcılığı Yapmayan Çocuk Yetiştirmenin Güçlüğü


June Statham, cinsiyet ayrımcılığı yapmayarak çocuk yetiştirmeye istekli bir grup anne ve babayı incelemiştir. Araştırmada, altı aylıktan on iki yaşına kadar çocukları olan on sekiz aileden otuz yetişkin yer almıştır. Anne babalar, orta sınıftan gelmektedir ve çoğu, öğretmen ya da öğretim üyesi olarak akademik çalışma içindedirler. Statham, anne babaların çoğunluğunun yalnızca kızların erkek oğlanlara benzemesine çalışma yoluyla geleneksel seks rollerini değiştirmeye kalkmadıklarını, ancak dişilik ile erkeklik arasında yeni birleşimleri güçlendirmeye çalıştıklarını bulmuştur. Bu anne babalar, erkek çocukların başkalarının duygularına karşı daha duyarlı olmalarım ve samimiyetlerini dile getirebilmelerini istemişler; buna karşılık kızlar da öğrenme ve kendilerini geliştirme fırsatları aramaya yöneltilmişlerdir. Bütün anne babalar, varolan cinsiyet kalıplarıyla savaşmanın zor olduğunu görmüşlerdir. Onlar, çocukları toplumsal cinsiyete göre sınıflanmayan oyuncaklarla oynamaya ikna etmekte oldukça başarılı olmuşlarsa da, bu bile pek çoğunun beklediğinden daha zor olmuştur. Bir anne, araştırmacıya şu yorumda bulunmuştur:

Bir oyuncakçıya girerseniz, erkekler için savaş oyuncakları, kızlar için de evcilik oyuncaklarıyla dolu olduğunu görürsünüz; bu da toplumun durumunu özetlemektedir. Bu, çocukların toplumsallaşma biçimidir: Erkek çocuklara öldürmeyi ve incitmeyi öğretmenin bir sakıncası yoktur; bence bu korkunç, beni hasta ediyor. Oyuncakçılara gitmemeye çalışıyorum; öylesine kızgınım.

Pratik olarak, çocukların tümü gerçekte, kendilerine yakınlarının verdikleri toplumsal cinsiyete göre sınıflanan oyuncaklara sahiptir ve bunlarla oynamaktadırlar.

Şimdi artık, esas karakterlerinin güçlü, bağımsız kızlar olduğu kimi öykü kitapları bulunabilir, ne ki bunların pek azı erkek çocuklarını geleneksel olmayan rollerde gösterirler. Beş yaşındaki bir çocuğun annesi, çocuğuna okuduğu kitaptaki karakterlerin cinsiyetlerini değiştirerek okuduğunda çocuğunun buna gösterdiği tepki hakkında şöyle demektedir:

Aslında, oldukça geleneksel rollerdeki bir erkek ve bir kız çocuğunun bulunduğu kitaptaki bütün kızları erkek, bütün erkekleri de kız yaparak okuduğumda biraz huzursuz oldu. Bunu ilk kez yaparken, "sen erkekleri sevmiyorsun, yalnızca kızları seviyorsun" deme eğilimindeydi. Bunun hiç de doğru olmadığını, yalnızca kızlar hakkında yazılmış yeterince kitabın olmadığını ona açıklamam gerekti (Statham 1986).

Toplumsal cinsiyet toplumsallaşmasının çok güçlü olduğu ve buna meydan okumanın huzursuzluğa yol açabileceği ortadadır. Bir kez toplumsal cinsiyet 'yüklenildiğinde', toplum bireylerden 'kadınlar' ve 'erkekler' olarak davranmalarını beklemektedir. Bu beklentilerin yerine geldiği ve yeniden üretildiği yer, gündelik yaşamın pratikleri içindedir (Lorber 1994; Bourdieu 1990).

Toplumsal Cinsiyeti Oluşturma


J an Morris gibi transseksüeller, öteki cinsiyetin bir üyesi olarak yaşamak isteyen ve bunun için ameliyat geçiren insanlardır. Bunlar aynı zamanda, beden biçimleri ile saçlarının dağılımlarını değiştirmek ve sakal ya da meme gibi ikincil cinsel özellikleri ortaya çıkarmak için yapılan hormon tedavisi de görürler. Cinsiyetin böyle 'yeniden yüklenmesi' tam bir cinsiyet değiştirmesi değildir; bu kişilerin kromozomları ve rahim gibi kimi iç organları değişmeden kalır. Adı şimdi artık Mark Rees olan bir transseksüelin gözlemi şudur: "Yanlış bedende yaşıyor olduğuna inanmak, hiç de psikiyatrik tedavi gerektiren bir şey değildir. Beden ile zihin arasındaki sürekli ve acı veren çatışmanın tek seçeneği, usandırıcı, duygusal bakımdan insanı tüketen, çokluk utanç verici ve her zaman acılı olan cinsiyeti yeniden yüklenmedir. Ancak bunun ödülü, kişinin gerçek benliğine dönme özgürlüğüdür." Ne yazık ki, bu özgürlük, en hafifini söylemek gerekirse, mantıksız olan bir sistem tarafından kuşatılmaktadır ve bu konuda İngiltere, birçok ülkenin, bu arada Kanada, İtalya, Almanya, Hollanda, Norveç, İsveç, Polonya, İsviçre, Türkiye ve Endonezya ile A.B.D.'deki 48 eyaletin de gerisindedir.

Rees, şuna değinmektedir: "Hükümet, pasaporttan üniversite diplomasına, ehliyete ve kütüphane kartına kadar başka belgelerin değiştirilmesine olanak tanımaktadır. Transseksüelliği tıbbi bir durum olarak tanımakta, hatta ruhsal tedavi, hormon tedavisi ve ameliyat parasını da ödemektedir; yine de, bütün bunlardan sonra, insan haklarının tamamının yasal olarak tanınmasında esas olan bir belgenin değiştirilmesini kabul etmemektedir" yani, doğum belgesinin.
Kaynak: Gıınrdian, 1996 (yalnızca metin)

Bizim toplumsal cinsiyet kimliğimiz hakkındaki anlayışlarımız, bunlara bağlantılı olan cinsel tutum ve eğilimlerimizle birlikte, öylesine erken bir yaşta oluşmaktadır ki, bizler yetişkinler olarak bunları çoğunlukla elde bir diye görürüz. Yine de toplumsal cinsiyet, bir kız ya da erkek olarak davranmayı öğrenmekten daha fazla bir şeydir. Toplumsal cinsiyet farklılıkları, her gün yaşadığımız bir şeydir.

Başka deyişle, toplumsal cinsiyet sadece varolan bir şey değildir; hepimiz, kimi sosyologların söyledikleri gibi, başkalarıyla olan toplumsal etkileşimlerimizde 'toplumsal cinsiyeti oluşturmaktayız' (Zimmerman 1987). Örneğin Jan Morris, kendisinden bir lokantada erkek olarak değil de, kadın olarak ne kadar farklı davranma­sının beklendiğini keşfettiğinde, toplumsal cinsiyeti nasıl oluşturacağını öğrenmek orunda kalmıştı. Kendisinin de söylediği gibi, toplumsal cinsiyetlenmemiş nitelikti 'varoluşun hiçbir yönü' yoktur. Yine de, bunun böyle olduğunu cinsiyet değişene kadar fark etmemişti. Toplumsal cinsiyeti oluşturmamızın ince biçimleri yalızın öylesine büyük bir parçasıdır ki, yitirilene ya da kökten bir biçimde değiştirilene kadar onları fark etmeyiz bile.

Toplumsal cinsiyetin sürekli olarak öğrenildiği ve yeniden öğrenildiği olgusu, toplumsal yeniden üretim kavramının önemini göstermektedir (bakınız 1. Bölüm). Bizler bir gün boyunca, binlerce önemsiz eylemde cinsiyeti toplumsal olarak yeniden üretiriz oluşturur ve yeniden oluştururuz. Bu aynı süreç toplumsal cinsiyeti, başkalarıyla olan etkileşimlerimizde yaratılan ve yeniden yaratılan bir toplumsal kurum olarak anlamamıza yardıma olur. Daha sonraki bölümlerde göreceğimiz gibi, toplumsal cinsiyet farklılıkları, aile, din, iş ve sınıf gibi öteki toplumsal kurumların önemli bir parçasıdır.

Toplumsal Cinsiyet Kimliği ve Cinsellik: İki Kuram


Freud'un Toplumsal Cinsiyet Gelişim Kuramı


Toplumsal cinsiyet kimliğinin ortaya çıkışı konusundaki belki de en etkili ve çok tartışılan kuram, Sigmund Freud"un kuramıdır. Freud"a göre, bebek ve küçük çocuklardaki toplumsal cinsiyet farklılıklarını öğrenmenin merkezinde, penisin varlığı ya da yokluğu yer almaktadır. "Benim bir penisim var" deyişi, "Ben bir erkeğim" deyişine özdeş iken "Ben bir kızım" deyişi ise "Benim bir penisim yok" deyişine özdeştir. Freud, buradaki sorunun yalnızca anatomik ayrılıklar olmadığını söylemeye özen gösterir; penisin varlığı ya da yokluğu, erkeklik ya da kadınlık için bir simgedir. ; Bu kurama göre, yaklaşık dört ya da beş yaşlarındaki bir erkek çocuğu babasının kendisinden beklediği disiplin ve özerklik yüzünden, onun kendi penisini kesmek istediğini düşleyerek kendisini tehdit altında hisseder. Çocuk kısmen bilinçli olsa da, çoğunlukla bilinçsiz bir biçimde babasını, annesine duyduğu bağlanmaya karşı bir rakip olarak görür. Annesine duyduğu erotik duygulan bastıran ve babasını üstün bir varlık olarak gören çocuk, kendisini babasıyla özdeşleştirir ve kendi erkek kimliği­nin farkına varır. Çocuk annesine duyduğu aşkı, bilinçsiz nitelikteki babasının kendisini hadım edeceği korkusuyla bırakır, öte yandan kızların, 'penis kıskançlığı' duydukları varsayılır çünkü, erkek çocuklarını ayırt eden görünür bir organa sahip değildirler. Annesi, kız çocuğunun gözündeki önemini yitirir çünkü, onun da penisi yoktur ve bir tane bulamıyor görünmektedir. Kız kendisini annesiyle özdeşleştirdiğinde, 'ikinci en iyi'nin farkedilmesinde içerilen boyun eğme tutumunu devralır.

Bir kez bu aşama bittiğinde, çocuk erotik duygularını bastırmayı öğrenmiş olur. Freud'a göre, yaklaşık beş yaşından ergenlik çağına kadar olan dönem bir örtüklük dönemidir cinsel etkinlikler, ergenlikte ortaya çıkan biyolojik değişmeler erotik istekleri doğrudan bir biçimde yemden etken hale getirene kadar askıya alınır. Okulun başlangıcıyla ortalarını kapsayan bu örtüklük dönemi, aynı cinsiyetten oluşan yakın arkadaş gruplarının, çocuğun yaşamındaki öneminin en fazla olduğu bir dönemdir.

Freud'un görüşlerine, pek çok başka yazarın yanında özellikle feministler tarafından önemli eleştiriler yöneltilmiştir (Mitcheü 1973; Cuward 1984). İlk olarak, Freud, toplumsal cinsiyet kimliğini, cinsel organların farkedilmesiyle gereğinden fazla eşleştiriyor gibidir; burada kesinlikle başka, daha incelikli etkenler de sözkonusudur. ikinci olarak, kuram, penisin, yalnızca erkeklik organının yokluğu diye düşünülen vajinadan daha üstün olduğu anlayışına bağımlı gibidir. Neden kadın cinsel organları erkeğinkilerden daha üstün olmasın ki? Üçüncüsü, Freud babayı, birincil disiplin edici eyleyen olarak görmektedir; ne ki, pek çok kültürde, anne disiplinin uygulanmasında daha önemli bir rol oynar. Dördüncüsü, Freud, toplumsal cinsiyetin öğrenilmesinin, dört ya da beş yaş civarında yoğunlaştığına inanmaktadır. Daha sonraki yazarların çoğunluğu, bebeklikte başlayan, daha önceki öğrenmenin önemini vurgulamışlardır.

Chodorovv'un Toplumsal Cinsiyet Gelişimi Kuramı


Toplumsal cinsiyetin gelişimini inceleyen pek çok yazar Freud'un yaklaşımını kullanmışsa da, bu yaklaşımı kimi önemli bakımlardan değiştirmişlerdir. Buna bir örnek, sosyolog Nancy Chodorovv'dur (1978, 1988). Chodorovv, kendisini erkek ya da kadın olarak görmeyi öğrenmenin, bebeğin erken bir yaşta anne babasına bağlanmasıyla ortaya çıktığını ileri sürmektedir. Chodorovv, babanın yerine annenin önemini, Freud'un yaptığından çok daha fazla vurgulamaktadır. Bir çocuk, yaşamının ilk dönemlerinde, annenin kendi üzerindeki etkisinin kolayca en baskın etki olması nedeniyle, anneye duygusal olarak bağlanma eğilimi taşımaktadır. Bu bağlanma, ayrı bir benlik duygusuna erişmek için bir noktada kopar çocuk, daha az sıkı bir bağımlılık içine girmelidir.

Chodorovv, bu kopuş sürecinin, erkek ve kız çocuklarında ayrı ayrı yollardan gerçekleştiğini ileri sürmektedir. Kızlar, annelerine yakın olmayı sürdürürler örneğin, anneyi kucaklama, öpme ve onun yaptıklarına öykünme olanağına sahip olarak. Anneden kesin bir kopuş olmaması yüzünden, kız çocuk, sonra da yetişkin kadın, başka insanlarla daha bağlantılı bir benlik duygusu geliştirir. Kadının kimliğinin, bir başkasının kimliğiyle kaynaşmış ya da onunkine bağımlı olma olasılığı daha fazladır: îlk olarak annesininkine, daha sonra da bir erkeğinkine. Chodorovv'a göre bu, kadınlardaki duyarlılık ve duygusal sevecenlik özelliklerini ortaya çıkartır.

Erkek çocuklar bir benlik duygusunu, kendilerinin başlangıçtaki anneye yakınlıklarını kökten bir biçimde, kendi erkeklik anlayışlarını kadınsı olmayandan türeterek yadsıma yoluyla elde ederler. Onlar, 'kız kardeş gibi' ya da 'anasının kuzusu' olmamayı öğrenirler. Bir sonuç olarak, erkek çocukları, başkalarıyla yakın ilişki kurabilmekte görece daha beceriksizdirler; dünyaya bakmanın daha çözümsel yollarını geliştirirler. Kendi yaşamlarına ilişkin olarak, başarı üzerinde duran, daha etken bir bakışı benimserler; ne ki, kendilerinin ve başkalarının duygularını anlaya­bilme yeteneklerini bastırmışlardır.

Chodorovv, Freud'un vurgusunu, bir dereceye kadar tersine çevirmektedir. Kadınlık yerine erkeklik bir kayıpla, anneye olan sıkı bağlılığın yitirilmesiyle tanımlanmaktadır. Erkek kimliği, ayrılma yoluyla biçimlenmektedir; bu yüzden, erkekler yaşamlarının daha sonraki dönemlerinde, başkalarıyla yakın duygusal bağlar içine girdiklerinde, bilinçsiz olarak kendi kimliklerinin tehlikeye düştüğünü duyumsarlar. Kadınlar, öte yandan, bir başka kişiyle olan yakın ilişkinin yokluğunun kendilerine olan güvenlerini tehdit ettiğini duyumsarlar. Bu kalıplar, çocukların erken yaşlardaki toplumsallaşmasında, kadınların oynadığı birincil rol nedeniyle bir kuşaktan ötekine aktarılırlar. Kadınlar kendilerini esas olarak ilişkiler bakımından tanımlar ve dile getirirler. Erkekler bu gereksinimleri bastırırlar ve dünyaya karşı daha güdümleyici bir tutumu benimserler.

Chodorow'un çalışmaları, çeşitli eleştirlerle karşılaşmıştır. Janet Sayers, örneğin, Chodorovv'un kadınların, özellikle günümüzdeki, özerk, bağımsız varlıklar olma savaşımlarını açıklamadığını ileri sümüştür (Sayers 1986). Sayers, kadınların (ve erkeklerin) ruhsal yapılarının Chodorovv'un kuramının ileri sürdüğünden daha çelişkili olduğunu belirtmektedir. Kadınsılık, yalnızca belirli bağlamlarda açığa çıkan saldırganlık ve iddialı olma duygularını gizleyebilir (Brennan 1988). Chodorow ayrıca, beyaz, orta sınıf aile modeline dayanan dar aile anlayışı yüzünden de eleştirilmiştir. Örneğin, anne ya da babadan yalnızca birisinin bulunduğu evlerde ya da çocukların birden fazla yetişkin tarafından büyütüldüğü ailelerde ne olacaktır?

Bu eleştiriler, Chodorovv'un önemli olmayı sürdüren düşüncelerini çökertmemektedir. Bu düşünceler, kadınlığın nitelikleri hakkında bize çok şey öğretmektedir ve erkek dile getirememezliği denen şeyi erkeklerin duygularını başkalarına göstermekte çektikleri güçlüğü anlamamıza yardımcı olmaktadır.

İnsan Cinselliği


Toplumsal cinsiyet farklılıkları üzerine yapılan çalışmalarda olduği gibi, insanın cinsel davranışı hakkındaki, bunun karşıtı olarak toplumsal ve kültürel etkilerin önemine karşı biyolojinin önemi üzerinde de araştırmacılar anlaşmazlık içindedirler. Toplumsal cinsiyet farklılığı ve cinsellik üzerine yapılan araştırmalardaki önemli bir ortak nokta, her iki alanın da insanları anlayabilmek için hayvanlara bakmasıdır. Öncelikle, biyolojik savların kimilerine ve savların doğurduğu eleştirilere bakacağız. Bunun ardından, cinsel davranış üzerindeki toplumsal etkileri inceleyeceğiz; bu da bizi insan cinselliğindeki çok büyük değişmeleri tartışmaya götürecektir.

Biyoloji ve Cinsel Davranış


Cinselliğin biyolojik bir temeli olduğu ortadadır çünkü, kadın anatomisi, erkek anatomisinden farklıdır; orgazm deneyimi de farklılık gösterir. Ayrıca, çoğalmak için biyolojik bir zorunluluk vardır; başka türlü, insan türünün soyu tükenirdi. Kimi biyologlar, erkeklerin neden kadınlara kıyasla uçkurlarına daha düşkün olduklarının evrimsel bir açıklaması olduğunu ileri sürmektedirler (2. Bölüm'e bakınız). Bunun için öne sürülen sav, erkeklerin biyolojik olarak, tohumlarının hayatta kalma şansını en yükseğe çıkarmak için, olabildiğince çok kadını gebe bırakmaya eğilimli olduklarıdır. Belirli bir anda döllenebilecek yalnızca bir tek yumurtaları bulunan kadınların, böyle biyolojik çıkarları yoktur. Bunun yerine, çocuklarını korumak için kullanılacak biyolojik kalıtın korunabilmesi için istikrarlı eşler isterler.

Bu sav, hayvanların cinsel davranışları üzerine yapılan, erkeklerin olağan olarak aynı türün dişilerine kıyasla uçkurlarına daha düşkün olduklarını gösterme savındaki çalışmalar tarafından da desteklenmektedir.

Ne ki, daha yenilerdeki çalışmalar, hayvan krallığındaki dişi sadakatsizliğinin gerçekte oldukça yaygın olduğunu ve pek çok hayvanın cinsel etkinliklerinin, düşünüldüğünden daha karmaşık olduğunu göstermiştir. Bir zamanlar, dişilerin yavruları için daha üstün bir genetik kalıt potansiyeli en fazla olan erkeklere eş oldu­ğuna inanılırdı. Ancak, dişi kuşlar üzerine yapılan, dişi kuşların fazladan bir eşi, genleri için değil ancak yavruları için daha iyi bir baba olduğu ve onları yetiştirmek için daha iyi bir yuva sağladığı için seçtiklerini ileri süren yeni bir çalışma bu sava karşı çıkmaktadır. Bu çalışmanın vardığı sonuç şudur: "Çiftleşmede, spermin aktarılmasından çok daha fazlası sözkonusudur. Bu dişiler, geleceklerini düşünüyor olabilirler" (Angier 1994'ten aktarma).

Bu tür araştırmaların sonuçları, özellikle insan cinsel davranışı bakımından deneme niteliğindedir. Göreceğimiz gibi, cinsellik bütünüyle biyolojik özelliklere yüklenemeyecek kadar karmaşıktır.

Cinsel Davranış Üzerindeki Toplumsal Etkiler


İnsanların çoğunluğu, bütün toplumlarda, heteroseksüeldir duygusal bağlanma ve cinsel zevk için öteki cinse yanaşılar. Heteroseksüellik, her toplumda evlilik ve ailenin temelidir.

Yine de, azınlıkta kalan pek çok cinsel tercih ve eğilim de vardır. Judith Lorber, insanlar arasındaki on gibi yüksek bir sayıdaki cinsel kimliği ayırt etmektedir: heteroseksüel kadın, heteroseksüel erkek, eşcinsel kadın, eşcinsel erkek, kadın, biseksüel erkek, transvesti kadın (düzenli olarak erkek gibi giyinen bir kadın), transvesti erkek (düzenli olarak kadın gibi giyinen bir erkek), transseksüel kadın (Jan Morris gibi, kadın olan bir erkek) ve transseksüel erkek (erkek olan bir kadın). Cinsel pratiklerin kendileri daha da çeşitlidir. Freud insanlara, 'çokbiçimli sapıklar' demekteydi. Bununla, insanların çok çeşitli cinsel zevkleri olduğunu ve bu zevkleri, belirli bir toplumda, kimilerinin ahlakdışı ya da yasadışı diye görülmelerine karşın, izlediklerini kast etmekteydi. Freud araştırmalarına ilk olarak, pek çok insanın cinsel bakımdan iffet düşkünü olduğu on dokuzuncu yüzyıl sonlarında başlamıştı; yine de, buna karşın, hastalarının cinsel uğraşları inanılmaz derecede çeşitlilik sergilemekteydi. Olası cinsel pratikler arasında şunlar vardır: Bir erkek ya da kadın, kadınlar, erkekler ya da her ikisiyle birden cinsel ilişkiye girebilir. Bu, aynı anda tek kişiyle ya da üç ya da daha fazla kişiyle olabilir. Kişi kendisiyle cinsel ilişki kurabilir (elle doyum) ya da hiç kimseyle kurmayabilir (bakirlik). Kişi transseksüellerle ya da erotik olarak karşı cinsin giysilerini giyen kişilerle ilişki kurabilir; pornografi ya da cinsel oyuncakları kullanabilir; sadomazoşist (bağlanmakla acı çekmenin erotik kullanımı) olabilir; hayvanlarla cinsel ilişki kurabilir, vs. (Lorber 1994). Bütün toplumlarda, kimi pratikleri onaylarken ötekilerine engel olan ya da kınayan cinsel normlar vardır. Ne ki, böyle normlar, farklı kültürler arasında oldukça değişkenlik gösterir. Eşcinsellik buna bir örnektir. Daha sonra tartışılacağı gibi, kimi kültürler eşcinselliği ya hoşgörmüşler ya da kimi bağlamlarda etken bir biçimde özendirmişlerdir, örneğin, antik Yunanda, erkeklerin oğlanlara duyduğu sevgi, cinsel sevginin en yüce biçimi olarak idealleştirilmiştir.

Kabul edilmiş cinsel davranış türleri de, cinsel tepkilerinin çoğunluğunun doğuştan gelmek yerine öğrenilmiş olduğunu bilmemizin bir yolu olacak biçimde, kültürden kültüre değişmektedir. Bu konudaki en kapsamlı çalışma, kırk yıl önce, iki yüzden fazla toplumdan elde edilmiş antropolojik kanıtları derleyen Clellan Ford ile Frank Beach (1951) tarafından yapılmıştır. Neyin 'doğal' cinsel davranış diye görüleceğine ve cinsel çekicilik normlarına ilişkin olarak çarpıcı farklılıklar gözlen­miştir, örneğin, kimi kültürlerde, cinsel birleşme öncesindeki, belki de saatler süren ön oyunlar, istenir ve hatta gerekli görülmektedir; başka kültürlerde ise ön oyunlar hemen hemen hiç yoktur. Kimi toplumlarda, çok sık cinsel birleşmenin fiziksel zayıflığa ya da hastalığa yol açacağına inanılmaktadır. Güney Pasifikteki Senianglar arasında, sevişmenin uzatılmasının istenirliği hakkındaki öğütler, köyün yaşlıları tarafından verilmektedir bu yaşlılar ayrıca, ak saçlı bir kişinin her gece çiftleşmesinin meşru olduğuna da inanmaktadırlar!

Kültürlerin çoğunluğunda, cinsel çekicilik normları (hem kadınlar hem de erkekler tarafından benimsenen), Batıda kadınların ev dışındaki alanlarda giderek artan biçimde etkin hale gelmeleriyle yavaş yavaş değişiyor görünen bir durum olsa da, erkeklere kıyasla kadınların fiziksel görünüşleri üzerinde daha çok odaklan­maktadır. Bununla birlikte, kadın güzelliğindeki en önemli özellikler diye görülen özellikler büyük farklılıklar göstermektedir. Çağcıl Batıda, zayıf, ince bir beden hayranlık uyandırır; buna karşılık başka kültürlerde, çok daha geniş bir biçim çekici diye görülür (6. Bölüme bakınız). Kimi zaman memeler bir cinsel uyarı kaynağı diye görülmezken, kimi toplumlarda bunlara büyük bir erotik önem yüklenir. Kimi toplumlar yüzün biçimine büyük önem verirken ötekiler gözlerin biçim ve rengi ya da burun ve dudakların büyüklük ve biçimlerine büyük önem vermektedir.

Batı Kültüründe Cinsellik


Batının cinsel davranışa yönelik tutumu, neredeyse iki bin yıldan bu yana, öncelikle Hıristiyanlık tarafından biçimlendirilmiştir. Farklı Hıristiyan mezhep ya da topluluklar, cinselliğin yaşamdaki yeri hakkında değişen görüşleri benimsemiş olsalar da, Hıristiyan kilisesinin baskın görüşü, üreme dışında bütün cinsel davranışlara kuşkuyla yaklaşmak olmuştur. Kimi dönemlerde, bu görüş toplumun genelindeki aşırı bir iffet düşkünlüğüne yol açmıştır. Ne ki başka zamanlarda, pek çok insan yaygın bir biçimde, dinsel yetkeler tarafından yasaklanmış pratikleri (zina gibi) benimseyerek kilisenin öğretilerini yok saymış ya da bunlara tepki göstermiştir. 1. Bölüm'de değinildiği gibi, cinsel doyuma evlilik yoluyla ulaşılabileceği ve ulaşılması gerektiği düşüncesi enderdi.

On dokuzuncu yüzyılda, cinsellik hakkındaki dinsel yargılar yerini kısmen tıbbi yargılara bırakmıştı. Bununla birlikte, doktorlar tarafından yazılan ilk yazıla oldukça değişkenlik gösterir. Eşcinsellik buna bir örnektir. Daha sonra tartışılacağı gibi, kimi kültürler eşcinselliği ya hoşgörmüşler ya da kimi bağlamlarda etken bir biçimde özendirmişlerdir. Örneğin, antik Yunanda, erkeklerin oğlanlara duyduğu sevgi, cinsel sevginin en yüce biçimi olarak idealleştirilmiştir.

Kabul edilmiş cinsel davranış türleri de, cinsel tepkilerinin çoğunluğunun doğuştan gelmek yerine öğrenilmiş olduğunu bilmemizin bir yolu olacak biçimde, kültürden kültüre değişmektedir. Bu konudaki en kapsamlı çalışma, kırk yıl önce, iki yüzden fazla toplumdan elde edilmiş antropolojik kanıtları derleyen Clellan Ford ile Frank Beach (1951) tarafından yapılmıştır. Neyin 'doğal' cinsel davranış diye görüleceğine ve cinsel çekicilik normlarına ilişkin olarak çarpıcı farklılıklar gözlenmiştir. Örneğin, kimi kültürlerde, cinsel birleşme öncesindeki, belki de saatler süren ön oyunlar, istenir ve hatta gerekli görülmektedir; başka kültürlerde ise ön oyunlar hemen hemen hiç yoktur. Kimi toplumlarda, çok sık cinsel birleşmenin fiziksel zayıflığa ya da hastalığa yol açacağına inanılmaktadır. Güney Pasifikteki Senianglar arasında, sevişmenin uzatılmasının istenirliği hakkındaki öğütler, köyün yaşlıları tarafından verilmektedir bu yaşlılar ayrıca, ak saçlı bir kişinin her gece çiftleşmesinin meşru olduğuna da inanmaktadırlar!

Kültürlerin çoğunluğunda, cinsel çekicilik normları (hem kadınlar hem de erkekler tarafından benimsenen), Batıda kadınların ev dışındaki alanlarda giderek artan biçimde etkin hale gelmeleriyle yavaş yavaş değişiyor görünen bir durum olsa da, erkeklere kıyasla kadınların fiziksel görünüşleri üzerinde daha çok odaklan­maktadır. Bununla birlikte, kadın güzelliğindeki en önemli özellikler diye görülen özellikler büyük farklılıklar göstermektedir. Çağcıl Batıda, zayıf, ince bir beden hayranlık uyandırır; buna karşılık başka kültürlerde, çok daha geniş bir biçim çekici diye görülür (6. Bölüme bakınız). Kimi zaman memeler bir cinsel uyan kaynağı diye görülmezken, kimi toplumlarda bunlara büyük bir erotik önem yüklenir. Kimi toplumlar yüzün biçimine büyük önem verirken ötekiler gözlerin biçim ve rengi ya da burun ve dudakların büyüklük ve biçimlerine büyük önem vermektedir.

Batı Kültüründe Cinsellik


Batının cinsel davranışa yönelik tutumu, neredeyse iki bin yıldan bu yana, öncelikle Hıristiyanlık tarafından biçimlendirilmiştir. Farklı Hıristiyan mezhep ya dal topluluklar, cinselliğin yaşamdaki yeri hakkında değişen görüşleri benimsemiş olsalar da, Hıristiyan kilisesinin baskın görüşü, üreme dışında bütün cinsel davranışlara kuşkuyla yaklaşmak olmuştur. Kimi dönemlerde, bu görüş toplumun genelini deki aşın bir iffet düşkünlüğüne yol açmıştır. Ne ki başka zamanlarda, pek çok inl san yaygın bir biçimde, dinsel yetkeler tarafından yasaklanmış pratikleri (zina gibi)! benimseyerek kilisenin öğretilerini yok saymış ya da bunlara tepki göstermiştir, ilk Bölüm'de değinildiği gibi, cinsel doyuma evlilik yoluyla ulaşılabileceği ve ulaşılması gerektiği düşüncesi enderdi.
~

On dokuzuncu yüzyılda, cinsellik hakkındaki dinsel yargılar yerini kısma tıbbi yargılara bırakmıştı. Bununla birlikte, doktorlar tarafından yazılan ilk yazıların çoğunluğu, kilisenin görüşleri kadar katıydı. Kimileri, cinsel etkinliğin üremeyle bağlantısı olmayan her türünün ciddi fiziksel zararları olduğunu ileri sürmekteydiler. Elle doyumun, körlük, delilik, kalp hastalığı ve diğer rahatsızlıklara yol açacağı ileri sürülürken, oral seksin kansere neden olacağı savlanmıştı. Viktorya çağın­da, cinsel ikiyüzlülük yaygındı. Erdemli kadınların, kocalarının yaklaşmalarını yal­nızca bir görev olarak kabul eder biçimde cinselliğe kayıtsız olduklarına inanılmaktaydı. Yine de gelişen, kasaba ve kentlerde fahişelik yaygındı ve çokluk hoşgörülmekteydi; 'hafifmeşrep' kadınların, saygıdeğer kızkardeşlerinden bütünüyle farklı bir kategoride yer aldıkları düşünülmekteydi.

Dışarıdan bakıldığında, kendilerini eşlerine adamış, namuslu, iyi vatandaşlar olarak görünen pek çok Viktorya çağı erkeği, düzenli olarak fahişelere gitmekteydi ya da kendilerine metres tutmaktaydılar. Böyle davranışlara hoşgörüyle bakılırken, kendilerine sevgili bulan kadınların davranışı skandal olarak görülmekteydi ve bu kadınlar, eğer yaptıkları açığa çıkarsa, kibar muhitlerden dışlanmaktaydılar. Erkeklerle kadınların cinsel etkinliklerine yönelik farklı tutumlar, varlığını uzun zaman sürdüren ve kalıntıları hâlâ yaşayan bir cifte standart oluşturmaktaydı.

Yatan zamanlarda, cinselliğe yönelik geleneksel tutumlar, özellikle 1960'larda güçlenen, çok daha özgürlükçü görüşlerle yanyana varolmaktadır. Kimi insanlar, özellikle Hıristiyan öğretilerden etkilenmiş olanlar, evlilik öncesi cinsel ilişkinin yanlış olduğuna inanmaktadırlar ve evlilik sınırları içerisindeki heteroseksüel davranış dışındaki bütün cinsel davranış biçimlerinin cinsel zevkin istenir olan ve önemli bir yön olduğu artık çok daha yaygın biçimde kabul edilse de karşısındadırlar. Ötekiler, buna karşın, evlilik öncesi cinsel ilişkiye göz yummakta ya da etkin biçimde onaylamakta; farklı cinsel pratiklere de hoşgörüyle yaklaşmaktadırlar. Batı ülkelerinin çoğundaki cinsel tutumlar, geçmiş otuz yıl boyunca hiç kuşkusuz daha hoşgörülü hale gelmiştir. Film ve oyunlarda daha önce hiçbir biçimde kabul edilemez görülen sahneler yer almakta ve pornografik malzemeler, isteyen yetişkinlerin çoğunluğu tarafından kolayca elde edilebilmektedir.

Cinsel davranış: Kinsey'in çalışmaları


Kamunun cinselliğe ilişkin değerleri hakkında, mahrem pratikler hakkında olduğundan daha güvenle konuşabiliriz, çünkü bu mahrem pratiklerin pek çoğu yapıları gereği belgelenememektedir. Alfred Kinsey, A.B.D.'de 1940'lar ile 50'lerde araştırmalarına başladığında, gerçek cinsel davranışın önemli bir incelemesi ilk kez yapılmaktaydı. Kinsey ve arkadaşları, dinsel örgütlerden tepkiler almışlar, çalışmaları gazetelerde ve Kongrede ahlakdışı diye kınanmıştı. Ne ki Kinsey direndi ve so­nunda, beyaz Amerikan nüfusu anlamlı derecede temsil eden bir örnekleme olan on sekiz bin insanın cinsel yaşam tarihlerini elde etti (Kinsey ve arkadaşları, 1948, 1953).

Kinsey'in vardığı sonuçlar, çoğunluk için şaşırtıcı, pek çok kişi için de şok edici nitelikteydiler çünkü, bu sonuçlar kamunun sözkonusu dönemdeki cinsel davranışa ilişkin beklentileriyle, gerçek cinsel davranış arasında büyük bir farklılık olduğunu göstermekteydiler. Kinsey, erkeklerin neredeyse % 70'inin fahişelere gittiğini ve % 84'ünün evlilik öncesi cinsel ilişki kurduğunu bulmuştu. Yine de erkeklerin % 40'ı, çifte standart izler biçimde, eşlerinin evlenirken bakire olmalarını beklemekteydi. Erkeklerin % 90'dan fazlası, elle doyum yapmaktaydı ve yaklaşık % 60'ı da oral seksin bir biçimini uygulamışlardı. Kadınlara gelince, bunların % 50 kadarı evlilik öncesi, çoğunlukla gelecekteki kocalarıyla olmak üzere, cinsel deneyim yaşamışlardı. Kadınların % 60'lık bölümü elle doyum gerçekleştirmekteydiler ve aynı yüzdeyle oraljenital ilişki içine girmiş idiler.

Kinsey'in bulgularının gösterdiği, kamunun kabul ettiği tutumlar ile gerçek davranış arasındaki fark olasılıkla, sözü edilen dönem içinde, İkinci Dünya Savaşı'nın hemen ardından, özellikte büyüktü. Bir cinsel özgürleşme aşaması oldukça erken bir dönemde, 1920'lerde, pek çok genç insanın daha önceki kuşakların yaşamını yöneten katı ahlaki yasalardan kurtulmuş olduklarını duyumsadıkları bir dö­nemde başlamıştı. Cinsel davranış olasılıkla çok değişmişti, ancak cinselliğe ilişkin sorunlar, bugünlerde olduğu gibi açık açık tartışılamıyordu. Kamu düzeyinde hâlâ güçlü bir biçimde onaylanmayan cinsel etkinliklere katılan insanlar, bu etkinliklerini gizliyorlardı ve başkalarının hangi derecede benzer pratikleri uyguladıklarını bilmiyorlardı. 1960'larm daha hoşgörülü ortamı, açıkça ilan edilen tutumların, gerçek davranışlarla daha bir uyumlu hale gelmesine yol açmıştır.

Kinsey'den Sonra Cinsel Davranış


1960'larda, karşı kültür niteliğindeki 'hippi' yaşam biçimleriyle elele gidenler gibi, varolan düzene meydan okuyan toplumsal hareketler de varolan cinsel normları kırmıştı. Bu hareketler, cinsel özgürlüğü kutsanmışlardır; kadınlar için doğum kontrol haplarının bulunması da, cinsel zevkin üremeden açıkça ayrılmasına olanak sağlamıştır. Kadın grupları aynı zamanda, erkek cinsel değerlerinden daha fazla kurtulmak, çifte standardın yadsınması ve kadınların ilişkilerinde daha fazla cinsel doyuma ulaşma gereksinimlerinin tanınması için bastırmaya başlamışlardır.

Yakın zamanlara kadar, cinsel davranışın Kinsey'in zamanından bu yana nasıl değiştiğini doğrulukla bilmek güçtü. 1980'lerin sonlarında, Lillian Rubin on üç ile kırk sekiz yaş arasındaki bin Amerikalıyla konuşarak, son otuz yıl boyunca cinsel davranış ve tutumlarda ne gibi değişiklikler olduğunu ortaya çıkarmaya çalışmıştır. Rubin'in bulgularına göre, gerçekte önemli gelişmeler ortaya çıkmıştı. Cinsel etkinlik tipik olarak, daha önceki kuşak için sözkonusu olandan daha genç bir yaşta başlıyordu; dahası, yeniyetmelerin cinsel pratikleri en az yetişkinlerinkiler kadar değişken ve kapsayıcı olma eğilimi gösteriyordu. Çifte standardın hâlâ varolmasına karşın, bu artık eskisi kadar güçlü değildi. En önemli değişikliklerden birisi, kadınların ilişkilerinde cinsel zevki bekledikleri ve etkin bir bir biçimde bu zevki aradıklarıydı. Kadınlar artık, yalnızca cinsel doyum vermekle kalmayıp cinsel doyuma ulaşmayı da bekliyorlardı Robin'in ileri sürdüğüne göre, her iki cins için de önemli sonuçlan olan bir görüngü.

Kadınlar artık, cinsel bakımdan bir zamanlar olduklarından daha özgürdürler;ne ki, erkeklerin çoğunluğunun alkışladıkları bu gelişmenin yanında kadınlar, pek çok erkeğin kabullenmekte zorlandığı, yeni bir kendilerini öne çıkarma eğilimine girmişlerdir. Rubin'in konuştuğu erkekler sık sık "kendilerini yetersiz duyduklarını", "hiçbir şeyi doğru dürüst yapamadıklarını", ve "bugünlerde kadınları doyuma ulaştırmayı olanaksız bulduklarını" söylemişlerdir (Rubin 1990).
~

Erkekler kendilerini yetersiz duymaktadırlar öyle mi? Bu, beklemeye alışık olduğumuz her şeyle çelişmiyor mu? Çünkü çağcıl toplumda, erkekler çoğu alanda baskın olmayı sürdürmektedirler ve genel olarak kadınlara karşı davranışları, kadınların onlara davranışlarından çok daha fazla şiddet içermektedir. Böylesi bir şiddet büyük ölçüde, kadınların denetlenmesini ve onlara boyu eğdirmenin sürmesini amaçlamaktadır. Yine de kimi yazarlar, erkekliğin, bir ödül olduğu kadar bir yük de olduğunu ileri sürmeye başlamışlardır. Bu yazarlar, erkek cinselliğinin büyük bölümünün doyum sağlayıcı olmak yerine zorlayıcı olduğunu da eklemektedirler. Eğer erkekler cinselliklerini bir denetim aracı olarak kullanmayı bıraksaydılar, yalnızca kadınlar değil, kendileri de bundan kazançlı çıkarlardı.

Yeni bir sadakat mi?


1994'te, bir araştırmacılar grubu, Kinsey'den bu yana herhangi bir ülkedeki cinsellik üzerine yapılmış en kapsamlı çalışma olan The Social Organization of Sexuality: Semai Practices in the United States [Cinselliğin Toplumsal Örgütlenmesi: A.B.D.'deki Cinsel Pratikler] adlı kitabı çıkardılar. Pek çoğunu şaşırtır biçimde, bu araştırmacıların bulguları Amerikalılar arasında temel bir cinsel tutuculuğun bulunduğu­nu düşündürmektedir örneğin, deneklerin % 83'ünün, geçmiş bir yıl boyunca yalnızca tek bir eşleri olmuştur (ya da hiç eşleri olmamıştır); bu oran, evli kişiler arasında % 96'ya çıkmaktadır. Kişinin eşine olan sadakati de oldukça yaygındı: Kadınların yalnızca % 10'u, erkeklerinse % 25'i, yaşamları boyunca tek bir kez evlilik dışı bir ilişkileri olduğunu belirtmişlerdir. Çalışmaya göre, Amerikalıların yaşamla­rı boyunca ortalama üç eşleri bulunmaktaydı. Cinsel davranışın görünürde oturmuş bir nitelik sergilemesine karşın, bu çalışmadan kimi açık seçik değişikliklerin ortaya çıktığı da görülmektedir; bunlardan en önemlisi, evlilik öncesi cinsel dene­yimdeki, özellikle kadınlar arasında, giderek hızlanan artıştır. Aslında, bugün evli olan Amerikalıların % 95'i, cinsel bakımdan deneyimlidirler (Laumann ve arkadaşları 1994).

Cinsel davranış hakkındaki derlemeler, güçlüklerle doludur. Yalınca, insanların kendilerine sorulduğunda cinsel yaşamlarını ne kadar dürüstçe anlatıyor olduklarını bilemiyoruz. The Social Organization of Sexuality kitabı, Amerikalıların cinsel yaşamlarında, Kinsey'in raporlarının zamanında olduklarından çok daha az serüven düşkünü olduklarını ortaya koyuyor gibidir. Kinsey raporlarının yetersiz olmaları olasıdır. Belki de AIDS korkusu, pek çok insanı cinsel etkinliklerinin sınırlarını daraltmaya zorlamıştır. Ya da belki de bugünün oldukça tutucu olan siyasal ikliminde, insanlar cinsel etkinliklerinin çeşitli yönlerini gizlemeye daha fazla eğilim gösteriyor olabilirler.
Yakın zamanlarda, cinsel davranış hakkındaki derlemelerin geçerlilik dereceleri yoğun bir tartışmanın odağında yer almıştır (Lewontin 1995). Biraz önce tartışılan derlemeyi eleştirenler, böyle derlemelerin cinsel pratikler hakkında güvenilir bilgi sağlamadığını ileri sürmüşlerdir. Buradaki anlaşmazlığın bir bölümü, kendileriyle konuşulan yaşlı insanların yanıtlan üzerinde yoğunlaşmaktadır. Araştırmacılar, seksen ile seksen beş yaş arasındaki erkeklerin % 85'inin eşleriyle cinsel ilişki kurduklarını söylediklerini belirtmektedirler. Bu araştırmaya eleştiri yöneltenler, bu söylenenin gerçek olmadığının ortada olduğunu; bunun da bütün araştırmanın bulguları hakkında kuşku doğurduğunu düşünmektedirler. Araştırmacılar bu suçlamaya karşı kendilerini savunmuşlar ve yaşlı insanlar üzerinde çalışan ve yukarıdaki eleştiriyi yapanları yaşlılık hakkında olumsuz önyargılara sahip olmakla suçlayan uzmanların desteğini yanlarında bulmuşlardır. Bu uzmanlar, huzurevleri gibi kurumlar dışında yaşayan yaşlı erkekler üzerinde yapılan bir çalışmanın, doksanlı yaşlarının başındaki erkeklerinin çoğunun, aslında cinselliğe karşı bir ilgiyi sürdürdükleri sonucunu verdiğini belirtmektedirler.

Eşcinsellik


Eşcinsellik, bütün kültürlerde vardır. Yine de eşcinsel bir kişi kendi cinsel tercihleri ile nüfusun çoğunluğundan açıkça ayrı olan bir kişi görece yenidir. Michel Foucault, on sekizinci yüzyıldan önce, kavramın belli belirsiz varolduğunu göstermiştir (Foucault 1978). Kilise ve yasa, sodominin karşısındadır; İngiltere ile başka birkaç Avrupa ülkesinde eşcinsellik ölüm cezasını gerektiren bir suçtu. Bununla birlikte, sodomi, özel olarak eşcinsel bir suç diye tanımlanmamıştı. Bu suç, erkeklerin kendi aralarında olduğu kadar, erkeklerle kadınlar ve erkeklerle hayvanlar arasındaki ilişkiler için de geçerliydi. 'Eşcinsellik' terimi 1860'larda kullanılmaya başlanmış ve bu tarihten itibaren eşcinseller giderek artan biçimde, özel bir cinsel sapıklığı olan ayrı türden insanlar diye görülmüştür (Weeks 1986). Kadın eşcinselliğini anlatmak için 'lezbiyen' teriminin kullanılması, biraz daha sonraya rastlamaktadır.

A.B.D.'de, 'doğal olmayan edimler' için uygulanan ölüm cezası, bağımsızlığın ardından, Avrupa’da ise on sekizinci yüzyıl sonları ile on dokuzuncu yüzyıl sonlrında kaldırılmıştır. Bununla birlikte, birkaç on yıl öncesine kadar, eşcinsellik hemen hemen bütün Batı ülkelerinde bir suç olarak kalmıştır. Bu olgu, artık yasalar yasaklamasa da, neden pek çok insanın duygusal bakımdan eşcinsellere karşı olmayı sürdürdüğünü açıklamaktadır.

Batılı olmayan kültürlerde eşcinsellik


Kenneth Plummer, klasik bir çalışmada, çağcıl Batı kültürü içindeki dört eşcinsellik türünü ayırt etmektedir. Gevşek eşcinsellik, bir kişinin bütün cinsel yaşamını esas olarak yapılaştırmayan geçici bir eşcinsel karşılaşmadır. Okul çocuklarının birbirlerine ilgisi ve toplu elle doyum bunun örnekleri arasındadır. Yerleşik etkinlikler, eşcinsel edimlerin düzenli olarak yürütüldüğü, ancak kişinin baskın tercihi olmadığı durumlara göndermede bulunur. Hapisaneler ya da askeri birlikler gibi, erkeklerin kadınlar olmadan yaşadıkları yerlerde, eşcinsel davranışın tercih edilir olmaktan çok heteroseksüel davranışın yerine geçtiği düşünülen bu türü yaygındır.

Kişiselleştirilmiş eşcinsellik, eşcinsel etkinlikleri tercih eden, ancak bu tür etkinliklerin kolayca kabul edildikleri gruplardan yalıtılmış olan kişilere göndermede bulunur. Burada eşcinsellik, arkadaşlarla meslektaşlardan gizlenen, kaçamak bir etkinliktir. Bir yaşam biçimi olarak eşcinsellik, kendisini 'açığa vuran' ve benzer cinsel tercihleri olanlarla gerçekleştirilen birliktelikleri yaşamlarının temel bir parçası yapan kişilere göndermede bulunur. Böyle insanlar genellikle, eşcinsel etkinliklerin ayrı bir yaşam tarzına bütünleştikleri gay altkülrürlerine dahildirler (Plummer 1975).

Nüfusun eşcinsel deneyimleri yaşayan ya da eşcinselliğe güçlü bir eğilim gösteren bölümü (hem erkek hem de kadın), açıkça gay yaşam tarzım benimseyen kişi­lerden sayıca çok daha fazladır. Batı kültürlerindeki eşcinselliğin olası büyüklüğü ilk kez, Alfred Kinsey'in araştırmasının basılmasıyla bilinir duruma gelmiştir. Kinsey'in bulgularına göre, bütün Amerikalıların yansından fazla olmayan bir bölü­mü, ergenlik sonrasındaki cinsel etkinlikleri ve eğilimleri bakımından bütünüyle heteroseksüeldir. Kinsey'in örneklemesinde, % 8'lik bir bölüm, üç yıl ya da daha fazla bir dönem için yalnızca eşcinsel ilişkiler içine girmişlerdi. Bir % 10 da, eşcinsel ve heteroseksüel etkinliklerde az çok aynı derecede yer almaktaydı. Kinsey'in en çarpıcı bulguları, erkeklerin % 37'sinin en azından bir kere, orgazm düzeyine varan bir eşcinsel deneyim yaşamış olmalarıydı. Ayrıca % 13'lük bölüm de, eşcinsel arzu­lar duymuş ancak bunları pratiğe geçirmemişlerdir.

Kadınlar arasındaki eşcinselliğin, Kinsey araştırmalarının gösterdiği oranı daha düşüktü. Kadınların yaklaşık % 2'si açıkça eşcinseldi. Eşcinsel deneyimler, % 13 tarafından bildirilmiş; bir % 15 de bunları pratiğe geçirmeden, eşcinsel arzular duyduklarını kabul etmişlerdi. Kinsey ve meslektaşları, çalışmalarının ortaya koyduğu eşcinsellik düzeyi karşısında şaşkına dönmüşlerdi; bu yüzden de çalışmanın sonuçlan farklı yöntemlerle kontrol edilmiş, ancak sonuçlar aynı kalmıştır (Kinsey ve arkadaşları, 1948,1953).

The Socîal Organization of Sexuality [Cinselliğin Toplumsal Düzenlenişi] adlı çalışmanın sonuçlan, Kinsey'in eşcinselliğin yaygınlığına ilişkin çalışmasındaki bulguları hakkında kuşkular doğurmuştur. Kinsey'in % 37'sine karşın, daha sonraki çalışmada erkeklerin yalnızca % 9'u orgazm düzeyine varan bir eşcinsel karşılaşma yaşamışlar; erkeklerin yalnızca % 8'i eşcinsel arzular duyduklarını ( % 13'e kıyasla) ve yalnızca % 3'ten az bir bölümü, bir önceki yıl içinde bir başka erkekle cinsel bir ilişkiye girdiğini bildirmiştir.

Bu çalışmayı yürütenlerin de kabul ettiği gibi, hâlâ eşcinselliğe yapışık olmayı sürdüren damga, olasılıkla eşcinsel davranışın genellikle olduğundan az gösteril­miş olmasına katkıda bulunmuştur. Ve, çalışmayı eleştirenlerden birinin dikkatleri çektiği gibi, yazarların tesadüfi örneklemesi, eşcinsellerin coğrafi olarak, kent nüfu­sunun 10'una yaklaştıktan büyük kentlerde yoğunlaşmasını dikkate alamamaktadır (Robinson 1994).
Lezbiyen gruplar, erkeklerin oluşturduğu gay altkültürlerinde bulunandan daha az örgütlenmiştirler ve gevşek ilişkilerin daha düşük bir oranını içermektedirler. Erkek eşcinselliği dikkatleri lezbiyenlikten daha fazla toplamaktadır ve lezbiyen eylemci grupları çoklukla, çıkarları erkek örgütlerininkiyle aynıymış gibi değerlendirilmektedir. Ne ki, kimi zaman erkek eşcinsellerle lezbiyenler arasında ya î kın bir işbirliği olsa da, özellikle lezbiyenlerin etkin biçimde feminizmi benimsiyor oldukları durumda, iki grup arasında farklılıklar da vardır. Lezbiyen kadınların yaşamlarının özgül niteliği, artık sosyologlar tarafından daha ayrıntılı olarak incelenmektedir.

Lezbiyen ciflerin çoklukla, ya bir erkekle girilen ilişki yoluyla ya da yapay döllenme yoluyla edinilen çocukları vardır, ancak bu çocukların vesayetini almaları zordur.

Kendini açığa vurmak, pek çoğu için zor bir süreç olmayı sürdürmektedir. Anne babalara, başka akraba ve arkadaşlara ve eğer varsa çocuklara bunun söylenmesi gerekir. Bununla birlikte, bu deneyim, ödüllendirici bir deneyim olabilir. Loralec MacPike, There's Something I've Been Meaning Teli You [Sana Söylemeye Çalıştığım Bir Şey Var] adlı kitabında, eşcinselliklerini açığa vurmaya karar veren kadınların deneyimlerini toplamaktadır. MacPike, kendi deneyiminden sözederken şunları yazmaktadır:
'Yeniden doğan lezbiyen'lerin pek çoğu gibi, yeni bulduğum benliğimden ve yeni tanımlanmış yaşamımdan fazlasıyla hoşnuttum. Ne eşim ne de ben daha önce bir lezbiyen ilişki içine girmiştik; dolayısıyla ikimiz de yaşamlarımızı, gay topluluklarının parçalan olan toplumsal temeller ve arkadaşlıklara göre düzenlemiş değildik; ancak, bize bir biçimde kendilerini ortaya döküyormuş gibi görünenlere incelikle yaklaşmaya başladık... [Biz] oldukça şanslıydık... sonuçlar, düşleyebileceğimden daha olumlu ve zenginleştiriciydi (MacPike 1989).

Eşcinselliğe yönelik tutumlar


Eşcinselliğe yönelik hoşgörüsüzlük geçmişte öylesine yaygındı ki, konu çevresinde yaratılan söylenlerin kimileri yaygınlıklarını, yalnızca son bir kaç yılda yitirmişlerdir. Eşcinsellik bir hastalık değildir ve herhangi bir psikiyatrik rahatsızlıkla kesin olarak eşleşmez. Eşcinsel erkeklerin yaptıkları işler, kuaförlük, iç dekorası yon ya da sanat gibi özgül sektör ya da mesleklerle sınırlı değildir.Kimi erkek gay davranış biçimleri, erkeklik ile güç arasındaki alışıldık bağlantıları değiştirme çabaları olarak görülebilir belki de, eşcinsellerin neden heteroseksüel topluluk tarafından böylesine tehdit altında olduklarının düşünüldüğünü açıklayan bir neden. Gay erkekler, kendileriyle eşleştirilen kadınsılık görüntüsünü yad­sıma eğilimindedirler ve iki yolla böyle bir görüntüden sapma gösterirler. Bu yollardan birisi, aşırı kadınsılığı öne çıkarmaktır önyargıyı dalgaya alan bir 'kamp' erkekliği, öteki yol, bir 'maço' görüntü geliştirmektir. Bu da geleneksel erkeksiliğe uygun değildir; motosikletçiler ya da kovboylar gibi giyinen erkekler yine erkekliği, abartarak, dalgaya almaktadırlar (Bertelson 1986).
Bununla birlikte, kimi bakımlardan eşcinsellik daha olağanlaşmıştır daha çok gündelik toplumun daha fazla kabullenilmiş bir parçası olarak Danimarka, Norveç ve İsveç gibi Avrupa’daki birkaç ülke, artık eşcinsel çiftlerin devlet tarafından tanınmasına ve bu çiftlerin evlilik ayrıcalıklarının çoğunu elde etmelerine izin vermektedir. Hollanda, Fransa ve Belçika'daki kent yönetimleri ve yerel yönetimler de eşcinsel ilişkileri tanımaya başlamışlardır. Havvai'de, eşcinsel evlilik, mahkeme kararıyla yasal olarak elde edilebilir.

Gay eylemciler, eşcinsel evliliklerin yasallaşması için giderek daha fazla uğraşmaktadırlar. Heteroseksüel çiftler arasındaki evlilikler önemini yitiriyorken niye buna uğraşırlar ki? Bunun nedeni onların herkesle aynı konum, hak ve yükümlülüklere sahip olmak istemeleridir. Evlilik bugün her şeyden önce duygusal bir bağlanmadır, ancak devlet tarafından tanınmış olmasıyla aynı zamanda yasal içermelere de sahip olmaktadır. Evlilik eşlerin tıbbi yaşam ölüm kararlan verebilmelerine, kalıt haklarına sahip olmalarına ve sigorta yardımları ya da başka ekonomik yararlar elde etmelerine olanak verir Amerika'da hem eşcinseller arasında hem de heteroseksüeller arasında giderek yaygınlaşan 'bağlanma törenleri' yasal olmayan evlilikler bu hak ve yükümlülüklere olanak vermez. Tersinden bakarsak, kuşkusuz, bu, pek çok heteroseksüel çiftin artık neden ya evliliği ertelemeye ya da hiç evlenmemeye karar verdiklerini açıklayan bir nedendir.

Eşcinsel evlilik karşıtları bunu ya hoppaca buldukları ya da doğal olmadığına inandıkları için kınamaktadırlar. Bu karşıtlar eşcinsel evliliği, devletin önünü almak için elinden geleni yapması gerektiğine inandıkları cinsel bir yönelimin yasallaştırılması olarak görmektedir. Amerika'da, kendilerini eşcinsellerin yaşam biçimlerini değiştirmelerine ve karşı cinsten insanlarla evlenmelerine yöneltmeye adayan baskı grupları bulunmaktadır. Kimileri eşcinselliği hâlâ bir sapıklık olarak gör­mekte ve bunu olağanlaştırmaya yönelik her çabaya şiddetle karşı çıkmaktadırlar.

Yine de gay insanların çoğunluğu, yalnızca sıradan görünmek istemektedirler. Bunlar, eşcinsellerin, en az başkalarının olduğu kadar, ekonomik ve duygusal güvenliğe gereksinim duyduklarını belirmektedirler. Andrew Sullivan Virtually Normal [Neredeyse Olağan] (1995) adlı kitabında, eşcinsel evliliğin erdemlerini güçlü bir biçimde savunmaktadır. Kendisi de bir Katolik ve eşcinsel olan Sullivan, dinsel inançlarının cinselliğiyle nasıl uzlaştırılabileceği konusunda çok acı çekmişti. Sullivan, eşcinselliğin en azından bir bölümüyle doğa tarafından verildiğini bunun çoğunluğun yalınca 'seçtiği' bir şey olmadığını ileri sürmektedir. Kişiye eşcinselliğini bırakmasını söylemek, ondan bir başkasını sevme ve onun tarafından sevilme, şansını bırakmasını istemekle aynıdır. Sevgi, evlilik içerisinde dile getirilebilmelidir. Sullivan, eğer eşcinseller yabancılaşmış bir azınlık durumuna gelmeyeceklerse, gay evliliğinin yasallaşması gerektiği sonucuna varmaktadır.

Bu bölümün sonunda, fahişelik sorununa bakacağız. Erkek fahişelik, kimi erkek gay altkültürlerinde yaygındır. Ne ki, kadın fahişeliği toplumun genelinde çok daha yaygındır; şimdi üzerinde duracağımız da budur.

Fahişelik


Fahişelik, parasal kazanç karşılığında cinsel yararlar sağlama olarak tanımlanabilir. 'Fahişe' sözcüğü, on sekizinci yüzyıl sonlarında yaygın kullanıma girmiştir. Antik dünyada, ekonomik ödül için cinsellik sağlayanların çoğunluğu, kibar fahişeler, ikinci eşler (metresler) ya da kölelerdi. Kibar fahişeler ve metresler, geleneksel toplumlarda çokluk yüksek bir konum elde ederlerdi.

Çağcıl fahişeliğin temel bir yönü, kadınların ve müşterilerin genellikle birbirlerini önceden tanımıyor olmalarıdır. Erkekler, 'düzenli müşteriler' haline gelseler de, ilişki başlangıçta, kişisel yakınlık temelinde kurulmaz. Bu, daha önceki maddi kazanç karşılığı cinsel yarar sağlama biçimlerinin çoğu için geçerli değildi. Fahişelik küçük ölçekli toplulukların çözülmesiyle, kişisellikten uzak nitelikteki büyük kentsel alanların ortaya çıkmalarıyla ve toplumsal ilişkilerin ticarileşmesiyle doğrudan bağlantılıdır. Küçük ölçekli geleneksel topluluklarda, cinsel ilişkiler, görünürlükleriyle denetlenmekteydi. Yeni gelişen kentsel alanlarda, daha anonim nitelikteki toplumsal bağlantılar kolayca kurulabiliyordu.

Günümüzde fahişelik


Bugün İngiltere'deki fahişeler, geçmişte olduğu gibi, esas olarak yoksul top­lumsal kesimlerden gelmektedirler, ancak bunlara önemli ölçüde orta sınıftan gelen kadınlar da eklenmiştir. Artan boşanma oranı, yeni yoksulluğa düşen kadınları fahişeliğe itmektedir. Buna ek olarak, mezun olduktan sonra iş bulamayan kimi kadınlar, başka iş fırsatları beklerlerken masaj salonları ya da telekız ağlarında çalışmaktadırlar.

Paul J. Goldstein, fahişelik türlerini, mesleki bağlanma ile mesleki bağlamları bakımından sınıflanmıştır. Bağlanma, kadının fahişelikte geçirdiği zamana göndermede bulunmaktadır. Pek çok kadın, ya uzun bir süre için ya da tümden bırakmadan önce yalnızca geçici olarak, bir kaç kere bedenlerini satmaktadırlar. 'Arada sırada fahişe olanlar, oldukça sık olarak, ancak düzensiz biçimde, başka kaynaklardan elde ettiklere gelirlere ek olsun diye para karşılığı kendilerini satarlar, ötekiler, ana gelir kaynaklan bu olmak üzere, sürekli olarak fahişelik yaparlar. Mesleki bağlam, bir kadının içinde yer aldığı çalışma ortamı türü ile girdiği etkileşim süreci anlamına gelmektedir 'Sokaktaki', işini sokakta yürüten kişidir. Bir 'telekız', müşterileriyle telefonda ilişki kurar; ya erkekler onun evine gelir ya da o erkeklere gider. 'Genelev fahişesi', ya bir özel klüpte ya da genelevde çalışan bir kadındır. Bir 'masaj salonu fahişesi', yalnızca meşru masaj ve sağlık hizmetleri sunduğu varsayılan bir kuruluşta cinsel hizmet sağlar.

Pek çok kadın ayrıca, cinsel hizmetler için takas (para dışındaki mal ya da başka hizmetler cinsinden ödeme) uygular. Goldstein'in incelediği telekızların çoğunluğu düzenli olarak cinsel takas uygulamaktadır televizyon, araba ve elektronik malların tamiri, elbise, yasal hizmetler ve diş hizmetleri karşılığında (Goldstein 1979).
1951'de kabul edilen bir Birleşmiş Milletler karan, fahişeliği örgütleyenleri ya da fahişelerin etkinliklerinden kâr sağlayanları kınmakta, ne ki fahişeliği yasaklamamaktadır Toplam olarak elli üç üye ülke, İngiltere de içinde, biçimsel olarak bu karan kabul etmişlerdir, ancak kendi yasaları bu konuda farklılıklar gösterir. Kimi ülkelerde fahişeliğin kendisi yasadışıdır. Ötekiler, İngiltere gibi, sokak fahişeliği ya da çocuk fahişeliği gibi yalnızca belirli türleri yasaklamaktadırlar. Kimi ulusal ya da yerel hükümetler Almanya'daki 'Eros merkezleri' ya da Amsterdam'daki seks evlen gibi resmi olarak tanınan genelev ya da seks salonlarına izin verirler. Yalnızca pek az ülke, erkek fahişelik için lisans vermektedir.

Fahişeliğe karşı yasama, ender olarak müşterileri cezalandırmaktadır. Cinsel hizmet satın alanlar, tutuklanmaz ya da yargılanmazlar ve mahkeme işlemlerinde bunların adlan gizli tutulabilir. Müşteriler üzerine, fahişeler üzerine yapılanlardan çok daha az çalışma yapılmıştır; müşterilerin ruhsal rahatsızlıklan olduğunu düşünen kimselerin sayısı da çok azdır. Araştırmadaki bu dengesizlik, cinsellik hakkındaki, erkeklerin etkin olarak değişik nitelikteki cinsel istekleri olmasını 'olağan' karşılarken bu istekleri yerine getirenleri kınayan Ortodoks önyargıların eleştiril­meden kabul edildiğinin kesin bir göstergesidir.

Çocuk fahişeliği


Fahişelik sık sık çocukları da içine almaktadır. A.B.D., İngiltere ve Almanya'­daki çocuk fahişeleri inceleyen bir çalışma, evlerinden kaçan ve hiçbir geliri olma­yan çocukların çoğunluğunun, yaşamlarını kazanmak için fahişeliğe yöneldiklerini göstermiştir. .
Evlerinden kaçan pek çok çocuğun fahişeliğe sığındıkları olgusu, çocukları düşük yaşta istihdam edilmekten koruma amacıyla çıkarılan yasaların istenmedik bir sonucudur ne ki, bütün çocuk fahişelerin de evlerinden kaçan çocuklar olduğu söylenemez. Çocuk fahişeler için üç genel kategori birbirinden ayırt edilebilir (Janus ve Hein Bracey 1980): Kaçaklar ya evlerini terkeden ve ailelerinin aramadıkları ya da evlerine geri getirildikleri her keresinde yine ısrarla kaçanlar; çekip gidenler, esas olarak evde yaşayan, ancak dönem dönem evlerinin dışında kalan ya da ev dışında birkaç gece geçiren çocuklar gibi, zamanlarını dışarıda geçirenler; evden atılanlar, anne babalarının kendilerinin ne yaptıklarıyla ilgilenmedikleri ya da kendilerini etkin bir biçimde yadsıdıkları çocuklar.

Çocuk fahişeliği, dünyanın birkaç bölgesindeki örneğin, Tayland ve Filipinler gibi 'seks turizmi' sanayiinin bir parçasıdır. Fuhuşa yönelen paket turlar, Avrupa, A.B.D. ve Japonya'dan bunlar artık İngiltere'de yasaklanmıştır erkekleri bu bölgelere çeker. Asyalı kadın gruplarının üyeleri, bu turlara karşı kamusal protestolar düzenlemektedirler, ancak buna karşın bu turlar sürüp gitmektedir. Uzak Doğu'daki seks turizmi kökenlerini, Kore ve Vietnam savaşları sırasında Amerikan askerle­rinin gereksinimlerini karşılamak için fahişelerin sağlanmasında bulmaktadır. Bu dönemde, Tayland, Filipinler, Vietnam, Kore ve Tayvan'da, 'dinlenme ve kendini yenileme' merkezleri kurulmuştu. Bunların, düzenli olarak gelen turistlere olduğu kadar bölgede üslenmiş askerlere de hizmet veren bir bölümü, özellikle Filipinler'dekiler, hâlâ çalışmaktadır.

Fahişelik neden var? Fahişelik kesinlikle, hükümetlerin kendisini ortadan kaldırma çabalarına direnen kalıcı bir olgudur. Bu ayrıca, hemen her zaman erkeklere cinsel hizmetler sağlayan kadınların, tersi değil, bir sorunudur Almanya, Hamburg'da olduğu gibi, kadınlara erkeklerin sağladığı cinsel hizmetler sunan 'zevk evleri' gibi kimi örnekler bulunsa da.
Fahişeliği açıklayabilecek bir tek etken yoktur. Erkeklerin kadınlara göre daha güçlü ve kalıcı cinsel gereksinimleri olduğu ve bu yüzden de fahişelerin sağladığı hizmetlerin gerekli olduğu, ortadaymış gibi görünebilir. Ne ki bu açıklama, mantıklı değildir. Kadınların çoğunluğu kendi cinselliklerini, aynı yaşlardaki erkeklere kıyasla daha yoğun bir biçimde geliştirme yeteneğinde görünmektedirler.

Eğer fahişelik yalnızca cinsel gereksinimleri karşılamak için varolsaydı, kadın­lara hizmet sunan pek çok erkek fahişe olurdu.

Buradan çıkarılabilecek en ikna edici genel sonuç, fahişeliğin erkeklerin kadınları cinsel amaçlarla 'kullanılabilecek' nesneler olarak görme eğilimlerini dile getir­mesi ve bir ölçüde bu eğilimin sürmesini sağlamasıdır. Fahişelik özel bir bağlamda, erkeklerle kadınlar arasındaki güç eşitsizliklerini dile getirmektedir. Kuşkusuz, başka pek çok unsur da burada sözkonusudur. Fahişelik, kendi fiziksel yetersizlikleri ya da aşırı katı ahlaki kodların varlığı yüzünden kendilerine cinsel eş bulamayan insanlar için, bir cinsel doyum sağlama aracı sunmaktadır. Fahişeler, evlerinden uzakta olan, bir yükümlülük altına girmeden cinsel karşılaşmalar isteyen ya da başka kadınların kabul etmeyeceği alışılmadık cinsel zevkleri olan erkeklere hizmet ederler. Ne ki bu etmenler, fahişeliğin genel doğasından çok ortaya çıkma sıklığı bakımından önemlidirler.

Sonuç: Toplumsal Cinsiyet, Cinsellik ve Eşitsizlik


Son birkaç yılda, sosyolojide toplumsal cinsiyet ilişkilerinin incelenmesi kadar önemli derecede gelişen ya da bir bütün olarak disiplinde böylesine merkezi bir yer bulan pek az alan vardır. Bu büyük ölçüde, toplum yaşamının kendisindeki değişmeleri yansıtmaktadır. Erkek ve kadın kimlikleri, bakış açılan ve tipik davranış biçimleri arasındaki kurulu farklılıklar, yeni bir bakışla görülmeye başlanmaktadır.

Toplumsal cinsiyetin incelenmesi, çağdaş sosyoloji için çözümü zor sorunlar ortaya çıkarmaktadır giderek daha fazla, çünkü bu konu geleneksel olarak disipli­nin temel ilgi alanlarından birisi diye görülmemektedir. Toplumda cinsiyetin önemini anlamak için hangi kavramları kullanabiliriz? Toplumsal cinsiyet farklılıklarının ortadan kalktığı, dolayısıyla hepimizin androjen (aynı cinsiyet özelliklerini taşıyan) olduğumuzu düşleyebilır miyiz?

Cinsellik de insan davranışının son derece karmaşık olan, çağcıl toplumlarda önemli değişmeler geçiren bir alanı olarak ortaya çıkmaktadır. Bizim sekse, cinsel davranışımıza yönelik tutumumuz, bu bölümü izleyen bölümlerde bakacağımız daha büyük toplumsal dönüşümleri yansıtmaktadır.

Özet


'Seks' terimi muğlak bir terimdir. Yaygın olarak kullanıldıkta, hem erkekler ile kadınlar arasındaki fiziksel ve kültürel farklılıkları ('erkek seksi' ya da 'kadın seksi' gibi), hem de cinsel edimi anlatmaktadır. Fizyolojik ve biyolojik anlamdaki seks ile kültürel bir oluşum olan (bir öğrenilmiş davranış kalıpları kümesi) cinsiyeti birbirinden ayırmak yararlı olacaktır.
Kimileri, cinsler arasındaki davranış farklılıklarının genetik olarak belirlendiğini ileri sürmektedirler; ne ki, bunu destekleyen kesin bir kanıt yoktur.

Cinsiyet toplumsallaşması, bebek doğar doğmaz başlamaktadır. Çocuklarını eşit olarak değerlendirdiklerine inanan anne babalar bile, erkek çocuktan ile kız çocuklarına farklı tepkiler göstermektedirler. Bu farklılıklar başka pek çok kültürel etki tarafından daha da artırılmaktadır.

Cinsiyet kimlik gelişimi hakkındaki iki öndegelen kuram, Sigmund Freud'un kuramı ile Nancy Chodorovv'un kuramıdır. Freud'a göre, penisin varlığı ile yokluğu, erkeklik ile kadınlığın simgeleri, erkek çocuğun kendini babayla, kız çocuğun da anneyle özdeşleştirmesinde esastır. Chodorovv, annenin önemini vurgulamaktadır. Hem kız hem de erkek çocukları, ilkin anneyle kendilerini özdeşleştirirler, ancak erkekler kendi erkekliklerini ortaya koymak için anneden koparlar; buna karşılık kızlar anneye daha uzun zaman bağlanmış durumda kalırlar. Chodorow, Freud'un vurgusunu tersine çevirmektedir: kadınlık yerine erkeklik bir kayıpla, anneye süregelen sıkı bağlılığın yitirilmesiyle nitelenir. Bu, erkek dile getirememezliğini ya da erkeklerin duygularını dile getirmekte çektikleri güçlüğü açıklamaktadır.

Toplumsal cinsiyet, verili değildir. Toplumsal cinsiyet, hepimizin gündelik eylemlerimizde, gece gündüz, 'oluşturmak' zorunda olduğumuz bir şeydir.Transseksüellerin cinsel anatomilerini fiziksel olarak değiştirmek için tıbbi tedavi gören insanlar deneyimleri, bir cinsiyetten ötekine geçmenin ne kadar zor olduğunu doğrulamaktadır.
Batıda, Hıristiyanlık cinsel tutumların biçimlenmesinde önemli olmuştur. Katı cinsel kodların varolduğu toplumlarda, çifte standartlar ve ikiyüzlülük yaygındır. Normlar ile gerçek pratikler arasındaki ayrılık, cinsel davranış üzerine yapılan çalışmaların gösterdiği gibi çok büyüktür. Cinsel pratikler, hem kültürler arasında hem de kültürler içinde değişkenlik gösterir. Batıda, cinselliği bastırmaya yönelik tutumlar yerini, etkileri bugün de hâlâ ortada olan, 1960'lardaki daha hoşgörülü bir bakış açısına bırakmıştır.

Cinsel kimlik karmaşık bir meseledir. Kimi yazarlar, heteroseksüeller, eşcinseller, biseksüeller ve transseksüeller diye, on kadar, oldukça yüksek sayıdaki farklı cinsel kimliği birbirinden ayırmaktadır.

Eşcinsellik, bütün kültürlerde var görünmektedir, yine de 'eşcinsel' kavramı görece yeni bir düşüncedir. Eşcinsel etkinlik, yalnızca son yüz yıl içinde belirli bir insan tipinin yaptıkları bir şey olarak görülmektedir 'olağan heteroseksüel' kategorisine karşıt olarak oluşturulan bir olağandışılık ve sapkınlık kategorisi.

Fahişelik, para karşılığında cinsel hizmet sağlamaktır. Çağcıl toplumlarda, erkek ve çocuk fahişeliği de içinde olmak üzere, birbirinden farklı olan çeşitli fahişelik türleri vardır. Vesikalı fahişelik, kimi ülkelerdeki ulusal ya da yerel hükümetler tarafından kabul edilmektedir, ancak, ülkelerin çoğunda, fahişeler yasadışı olarak çalışırlar.

M. Cüneyt BYRKÖK
(Kaynak: Anthony Giddens. Sosyoloji, (Yayına Hazırlayanlar: Hüseyin Özel -Cemal Güzel), Ankara, 2000, sf.96 vd.)

10 Şubat 2005 - https://web.archive.org/web/20050210003141/http://iekg-tcd.blogspot.com/