Öpücük deyip de geçmeyin. Öpüşmek, erkek erkeğe, kadın kadına.. partnerinizle yaşayacağınız seksin ortamını hazırlamaktaki en etkin aracınızdır. Eğer zaten bir kişi iyi öpüşemiyorsa büyük bir ihtimalle bu kişinin seks hayatından da pek mutlu kalmayacaksınızdır.
İyi öpüşebilmenin en önemli unsuru dudaklarınızı kullanabilmenizdir. Dudaklarınızın rahat ve yumuşak olabilmesine özen gösterin. Uzun bir süre dudak dudağa temas (dilinizi kullanmadan) çok etkili bir uyarıcıdır. Dudaklarınızı partnerizin yanaklarında ve boynunda dolaştırmayı da ihmal etmeyin.
Nefenizi kullanın. Boynunda ve kulağında sizin hafifçe nefesinizi hissetmesi çok hoşuna gidecektir. Nefesinizin partnerizin erojen bölgelerinde de etkisi çok yüksektir.
Öpüşmek cinsel ilişkiden önceki oynaşma döneminde ikinizin de cinsel ilişkiye girme arzunuzu daha da kuvvetlendirecektir. Partnerizin oynaşma esnasında öpüşmeye ne kadar duyarlı olması kendisinin genel açıdan sekse ne denli duyarlı olduğunu da açıkça ortaya koyacaktır.
Dilinizi Kullanmak
Öpüşmenin ilerleyen safhalarında kullanılmalıdır. İlk etapta partnerinizin dudaklarını yumuşakça yalamaya başlayın. Partnerizi öpmeden dudaklarını nemlendirin. Öpüşmeye başladığınızda kendi dudaklarınızı da nemlendirmeyi unutmayın; kuru dudaklar yumuşak hissini vermez!
Dilinizi partneriniz boynundan kulağına, geçtiğiniz bölgeleri hafifçe yalayarak götürün. Kulak memesini de emebilirsiniz. Kulağını ağzınızla kapatıp derin nefes alın. Nefes verirken dikkatli olun! Hızlı nefes vermeniz partnerinizi rahatsız edebilir.
"Fransız" Öpücüğü
İnsanların yapabileceği en kötü şey bu durumda ağızlarını tamamen açmaktır. Ağzınızı bir lokma açın. Dilinizin ucunu partnerinizin kabul etmesini sağlayın; siz de onunkini. Bu oynaşmadan sonra partnerinizin dilini hafifçe emmeye başlayın.
Partnerinizin dudaklarını hafifçe emin ve yallayın. Herkesin dudak dokusu, yumuşaklığı ve tadı farklıdır. Bunu anlamaya çalışın. Öpüşen kişi olarak yaratıcı olun. Bu arada dişlerinize dikkat! Çenesini hafifçe ısırmanız hoş olsa da "fransız öpücüğünde" dişlerin fazla ön planda olması zevki kaçırabilir.
En Önemlisi!
Nasıl öpülmek istiyorsanız, partnerinizi öyle öpün. Bir düşünün! En çok kiminle öpüşmek hoşunuza gitmişti? Neden? Onun sizi öpmesinde ne gibi fark vardı? Bu metodları siz de başkalarının üzerinde uygulayın.
Gözler
İnsanlar genelde öpüşürken gözlerini kapatırlar. Bu düşünmeden, otomatikman yaptığımız bir şeydir. Bundan vazgeçmeye çalışın. Öpüşürken gözlerinizin açık olması sizi değişik boyutlara taşıyacaktır. Buna izin verin.
Hassas Bölgeler
Partnerinizin vücudundaki hassas bölgeleri ona sormadan bulmaya çalışın. Dudaklarınızla onun vücudunu keşfedin ve partnerinizin verdiği sinyallere dikkat edin. Size daha sıkı sarılmaya başlıyor mu? Nefes alışının hızında bir değişiklik var mı? Genelde hassas olarak adlandırılan bölgeleri şöyle sıralayabiliriz; uylukların iç kısmı, dizlerin arkası, meme başları, kolların altı, göbek çukuru. Hayal gücünüzü kullanmayı unutmayın.
24 Ekim 2001 Çarşamba
16 Ekim 2001 Salı
Cinsiyet & Beyin Fonksiyonları
Beyin yapısının ve fonksiyonlarının cinsiyete bağlı değişiklikler gösterdiği, özellikle son yıllarda yoğun araştırmalara konu olmuştur. Çünkü beyin morfolojisinde ve fizyolojisindeki bu farklılıklar hem kadın-erkek davranışlarında önemli farklılıkları meydana getirmekte, hem de özellikle psikiyatride pek çok hastalıkların patogenezinde ve tedavisinde önemli role sahip görünmektedir. Kadın erkek arasındaki bu morfolojik ve fizyolojik farklılıkları aşağıdaki gruplar halinde özetlemek mümkündür.
Kadın ve Erkek Beynindeki Yapısal Farklılıklar
Kadın erkek arasında beyin ağırlığı yönünden farklılık olduğu ve erkek beyninin kadınların beyninden ortalama % 9 daha fazla volume sahip olduğu bilinmektedir. MRI ile sağlıklı kişilerde yapılan araştırmada erkeklerin kadınlardan 91 ml. daha fazla beyin volume ve 20 ml. daha fazla beyin omurlilik sıvısı ihtiva ettikleri gösterilmiştir. Fakat beyin ağırlığını vücut ağrılığına oranladığımız zaman, kadın erkek arasındaki bu fark ortadan kalkmaktadır. Erkekler de sağ korteks daha kalın ve interhemisferlik asimetride daha belirgindir. Dişilerde ise nukleus kaudatus daha büyük, diğer bir deyimle kaudat ve hipokampus bölgelerinin total beyne oranı dişilerde daha fazladır.
Beyin morfolojisinin cinsiyetle ilişkisini şizofrenik hastalarda araştıran Nopoulus ve ark. 40 kadın-40 erkek şizofrenik hastada yaptıkları araştırmada; şizofrenik erkeklerin ventriküler volümlerinin, normal erkeklerin ventriküler volümlerinden önemli ölçüde geniş olduğunu tespit etmişlerdir. Fakat aynı bulgu, şizofrenik kadınlar ile aynı yaşta sağlıklı kadınlar karşılaştırıldığı zaman bulunmamıştır. Kadın ve erkek beynindeki farklı morfolojik değişiklikler, beyin yaşlanmasında ortaya çıkmaktadır.
Gar ve ark. Yaşları 18-80 arasında değişen 69 sağlıklı kişide MRI ile yaptıkları araştırmada, yaşla beyin volumunun negatif, beyin omurlilik sıvısının pozitif korelasyon gösterdiği ve erkeklerdeki yaşa bağlı beyin atrofisinin kadınlardan çok fazla olduğunu tespit etmişlerdir. Aynı araştırmada beyin yaşlanmasının kadınlarda sağ ve sol hemisferde simetrik geliştiği halde, erkeklerde yaşlanmanın asimetrik olduğu ve en fazla atrofi olan bölgenin yaşlı erkeklerin sol hemisferi olduğu vurgulanmıştır.
Bu gelişmelere bağlı olarak da, kadının yaşlılıktaki mental fonsksiyonlarının erkeklerden daha az etkilendiği ve yaşlanmanın erkeklerde sol hemisferik fonksiyonları daha fazla bozabileceği gerçeği ortaya çıkmıştır. Agartz ve ark. nın yaptıklar MR ölçümlerinde de, 60 yaşın üstündeki erkeklerin beyindeki lateral ventriküler alanın kadınlardan daha geniş ve beyninin ise aynı yaş kadınlardan daha atrofik olduğu gösterilmiştir.
Yaşlanan beyinde en büyük atrofinin frontal ve temporal loplarda olduğunu gösteren araştırmada da, bu iki bölgedeki atrofinin erkeklerde kadınlardan önemli ölçüde fazla olduğu vurgulanmıştır. Sonuçta yapılan çok sayıdaki araştırmalarda gösterildiği gibi, erkek beyni kadın beyninden daha hızlı yaşlanmaktadır.
Cinsiyet ile korpus kallosum boyu arasındaki ilişkide çeşitli araştırmalara konu olmuştur. Fakat bu konudaki araştırma çelişkilidir. Bazı araştırmalarda korpus kallosum kalınlığı erkeklerde daha fazla olduğu gösterildiği halde, bazı araştırmalarda kadın erkek arasında önemli bir fark tespit edilememiştir. Elster ve ark.'larının sağ elini kullanan sağlıklı 60 kadın ve 60 erkekte MR ile yaptıkları araştırmada; korpus kallosumun anteroposterior uzunluğunun erkeklerde, kadınlardan geniş olduğu ölçülmüştür.
Allen ve Gorski de yaptıkları araştırmalarda anterior commissura ve massa intermedianın kadın ve erkekte farklılıklarını 100posmortem kadın ve erkek beyninde incelemişler ve kadınların ortalama % 53 daha geniş massa intermedia ya sahip olduklarını tespit etmişlerdir.
Beyin Metabolizması ve Cinsiyet
Beyin, organizmada metabolik aktif organlardan biridir. Ağırlığı vücut ağırlığının % 2'si olmasına rağmen, bazal şartlarda bir dakikada organizmanın kullandığı 25 ml 02'nin 50 ml'sini kullanır. Dakikada beyne ortalama 800 ml kan gider ve 77 mg glikoz bir dakikada kandan beyne geçer ve ATP'ye çevrilerek kullanılır. Beynin glikojen deposu yok denecek kadar azdır. Onun için hipoglisemiden en fazla etkilenen organların başında beyin gelir. Erkek ve kadın beyninde metabolizma yönünden önemli farklılıklar vardır (21).
Yapılan araştırmalarda beyin kan akımının, erkeklerden daha fazla olduğu tespit edilmiştir. Mathew ve ark. 140 sağlıklı kişide erkek ve kadın beyninde sağ hemisfer, sol hemisfer beyin kan akımlarını ölçerek karşılaştırmışlar ve her iki hemisferde de kadınların beyin kan akımı erkeklerin beyin kan akımından önemli ölçüde yüksek olduğunu bulmuşlardır (p<0.001). Bu konuda 106 sağlıklı kişide yapılan araştırmada da, frontal sentral, temporal, paryetal, oksipital kortekste beyin kan akımı ölçülerek, erkeklerin aynı beyin bölgeleri ile karşılaştırılmaları yapılmış ve bütün beyin bölgelerinde kadınların beyin kan akımının erkeklerden yüksek olduğu ve en fazla farkın frontal kortekste olduğu tespit edilmiştir. Daha sonra yapılan çok çeşitli araştırmalarda da, hem total hem de bölgesel beyin kan akımı, kadınlarda erkeklerden yüksek olduğu vurgulanmıştır. Neden kadınların beyin kan akımı erkeklerden yüksektir? Bu gün bu sorunu cevabını tam olarak bilemiyoruz.
Araştırmacılar kadınların hematokrit değerinin erkeklerden daha az olduğunu ve periferik direncin düşük olduğunu dolayısıyla, kompansasyon için kadın beyin kan akımının fazla olduğunu ileri sürmüşlerdir. Fakat hematokrit değerleri ve kan PCO2 değerleri eşitlenen kadın ve erkek arasında aynı farkın devam etmesi, bu hipotezi çürütmüştür. Diğer ileri sürülen bir görüş de, kadın beyninin erkek beyninden % 9 daha küçük olması, dolayısıyle beyne fazla kan giderek bu farkı kompanse etmeye çalışmasıdır. Fakat kadın ve erkek beyninin vücut ağırlığına oranı arasında fark bulunmaması bu görüşü de zayıflatmıştır. Burada çok ilginç olan nokta, 38 yaşında kadın ve erkeğin beyin kan akımları arasındaki farkın, 58 yaşındaki erkek ve kadın arasında da devam etmesidir. Diğer bir deyimle yaşlanma ile kadın erkek arasındaki beyin kan akımı farkı ortadan kalkmamaktadır.
Beyin kan akımının yanında, beyin glikoz kullanımı da kadın beyninde erkek beyninden yüksektir Baxter ve arkadaşlarının, 7 erkek 7 kadın üzerinde beyin glikoz kullanımı ölçtükleri araştırmada; kadının bütün beyninin glikoz kullanım hızının, erkekten % 19 daha fazla olduğu gösterilmiştir. Araştırıcılara göre kadın beyninin glikoz kullanım hızının erkekten fazla olması ostrojen hormonundan kaynaklanmaktadır.
Mensturyal siklusa bağlı olarak yapılan ölçümlerde östrojen hormonunun düzeyinin en yüksek olduğu dönemde, kadın beyninin glikoz utilizasyonu en yüksektir. Kadın yaşlandığı zaman bu farkın ortadan kalkması, bu hipotezi destekler görünmektedir. Beyin glikoz kullanımının dişilerde fazla olduğu deneysel olarak da gösterilmiştir. 14C-desoksiglikoz kullanılarak sıçanların östrus siklusundaki günlerde ayrı ayrı beyin glikoz kullanımları ölçülmüş ve östrus siklusunun her basamağında, dişi sıçan beyninin glikoz kullanımı, erkek beyninden anlamlı şekilde yüksek çıkmıştır.
Cinsiyet ve Kan-Beyin Bariyeri
Beyin kapiller endotel hücreleri, periferik kapillerlerden farklı olarak birbirlerine tight-junction denilen sıkı bağlantılarla bağlanmış ve pinositotik aktivitede, yok denecek kadar azdır. Devamlı bir bazal membran içeren bu endotel hücreleri, kan ile beyin arasında özel bir bariyer oluştururlar. Kan beyin bariyeri permeabilitesinin artması, vazojenik beyin ödemi gelişmesine neden olduğu için, klinikte önemlidir. Fizyolojik koşullarda nöronların homeostasisini sağlayan kan-beyin bariyeri hipertansiyon, konvulziyon, iskemi gibi pek çok patolojik koşulda permeabilitesini artırır (diğer bir deyimle, kan-beyin bariyeri yıkılır) ve istenmeyen nöronal hasarlar ortaya çıkabilir. Alzheimer hastalığı, şifrozen gibi pek çok psikiyatrik bozuklukların patogenezinde de kan-beyin bariyerinin yıkılmasının önemli olduğu vurgulanmıştır. Özellikle Alzheimer hastalığında nöron ölümünden ve nöritik plak oluşumunun artmasından kan-beyin bariyerinin yıkılmasının önemli olduğunu gösteren pek çok araştırma yapılmıştır.
Dişi ve erkekte kan-beyin bariyeri permeabilitesinin fizyolojik koşullarda farklı olduğu, sıçanlarda yapılan araştırmalarla ortaya koyulmuştur. Bu araştırmaya göre bazı sıçan türlerinde, bariyer permeabilitesi dişilerde erkeklerden daha fazladır. Daha sonra Öztaş ve ark.'larının yaptıkları araştırmalarda, bu farkın hipertansiyon, kolvulziyon gibi patolojik koşullarda da olduğu deneysel olarak gösterilmiştir.
Aynı doz bikukullin ile oluşturulan konvulziyonlarda dişilerde daha fazla kan-beyin bariyeri yıkılmakta ve daha fazla vazojenik ödem oluşmaktadır. Patolojik koşullarda erkeklerin kan-beyin bariyeri permeabilitesi daha az yıkılmaktadır. Diğer deneysel araştırmaların çoğunda olduğu gibi kan-beyin bariyeri konusundaki araştırmalar da erkek deney hayvanlarında yapılmakta, dişideki mensturyal siklusun deneyleri bozacağı görüşü buna neden olmaktadır. Oysa dünya nüfusunun yarısı kadın, yarısı erkek ve mensturyal siklusta fizyolojik bir olay olduğuna göre erkek deney hayvanlarından elde edilen sonuçlara göre, dişileri yorumlamak pek çok bilimsel hataya neden olabilir. Çünkü, kadın ve erkek beyni kan-beyin bariyeri permeabilitesindeki farklılık gibi, pek çok yönden erkekten farklıdır. Hem fizyolojik, hem de patolojik koşulda kadın ve erkek beyninin farklı olması tedavi açısından da önemlidir.
Kadın ve Erkek Beyninde Serotonin Metabolizması
Serotonin (5-hidroksitriptamin-5HT) merkez sinir sisteminin en önemli nörotransmiterlerinden biridir. Beyin serotonin metabolizması, serotonin reseptörleri ve serotonin miktarları ile çeşitli hastalıklar arasında sıkı bağlantılar olduğu ileri sürülmüştür. Serotonin metabolizması ile ilgili olduğu ileri sürülen hastalıklar:
Bu hastalıkları tek bir serotonin metabolizmasının bozulması ile izah etmek çok zor olmakla birlikte, serotonin beyinde miktarının değişmesinin bu hastalıkların oluşumunda çok önemli bir rol oynadığını ileri sürmek mümkündür. Bunlara ek olarak intihar ve beyin serotonin metabolizması üzerinde de pek çok araştırma yapılmış ve intihar girişiminde beyin serotonin miktarının azalmasının önemi vurgulanmıştır.
İntihara teşebbüs eden 12 kişinin beyin omurilik sıvısı 5-HIAA miktarı 19 ng/ml bulunurken, intihara teşebbüs etmeyen 9 kişide bu miktar, 25 ng/ml olarak tespit edilmiştir. Psikiyatrik bozukluklara bu kadar yakın ilişkisi olan serotonin, kadın ve erkek beyninde farklı dağılımı olduğu gösterilmiştir.
Aynı yaş grubunda kadın ve erkekten elde edilen beyin omurilik sıvısında, serotonin yıkım ürünü olan 5-hidroksi indolasetik asit (5-HIAA) miktarları ölçülmüş ve kadınların beyin omurilik sıvısında, 5-HIAA miktarlarının erkeklerin beyninden önemli oranda yüksek olduğu tespit edilmiştir. 176 erkek beyninden alınan beyin omurilik sıvısında S-HIAA konsantrasyonu 115+0.10 nmol/L olduğu halde, 124 kadın beyninden alınan sıvıda bu miktar 137.+0.10 nmol/L olarak ölçülmüştür. Bu fark, istatistiksel bakımdan anlamlıdır (p<0.005). Kadın ve erkek beyninde serotonin miktarlarının farklılığı yanında, serotonin sağ ve sol hemisferde farklı şekilde dağıldığı da gösterilmiştir. Postmortem yapılan araştırmada, serotonerjik mekanizmayı gösteren imipramin bağlama bölgelerinin, kadın sağ orbital frontal korteksine erkekten daha fazla olduğu gösterilmiştir. Serotonin mekanizmasının kadında hemisferler arasında asimetrik olması, sağ ve sol hemisferler arasındaki asimetride rol oynayabilir mi? Bilindiği gibi sağ hemisfer; sözel olmayan, sentetik, spasyal, algisal fonksiyonları, sol hemisfer; sözel, analitik sıralı zamana bağlı fonksiyonları üstlenmektedir. Erkeklerde kadınlara göre interhemisferik asimetri daha belirgindir. Bu asimetride kadın ve erkekteki nörotransmiter muhtevalarının farklılığı önemli rol oynayabilir.
Diğer taraftan cinsiyet ve psikopatoloji arasında da yakın ilişki vardır. Erkekler otizm, çoçukluk davranış bozuklukları, psikopati, cinsel sapmalar, erken başlayan kronik gelişim gösteren şizofrene yatkın oldukları halde, kadınlar depresyon (nörotik ve psikiyatrik formları) özellikle unipolar depresyon, anksiyete, fobiler histeri ve aneroksiya bulimia gibi hastalıklara çok daha fazla yatkındırlar. Bu hastalıkların patogenezinde diğer nörotransmiterler yanında serotonin de önemli bir yere sahiptir.
Kadınlarda daha fazla görülen migren türü baş ağrılarında da serotonin nörotransmiteri önemli bir yere sahiptir. Migrenin aura fazında salgılanan nörotransmiter, serebral vazokonstriksiyona ve beyin kan akımının azalmasına neden olabilmektedir. Dolayısıyla serotonine fizyolojik, patolojik pekçok fonksiyonları yönlendirdiği için, salınmasını artıran, azaltan, reseptörlerini bloke eden, metabolizmasını düzenleyen pek çok ilaç ile merkez sinir sistemindeki fonksiyonları regüle edilmektedir. Bu ilaçları kullanırken de kadın ve erkek beyninde serotonin muhtevasının farklı olduğunu bilmek önemli bir ipucu olarak görülmektedir.
Serotonin kadın ve erkek beyninde farklı dağılımının yanında GABA, Dopamin, Noradrenalin, Asetilkolin gibi nörotransmiterlerin miktarı da her iki cinsin beyninde farklılık göstermektedir. Merkez sinir sisteminin en önemli inhibitör nörotransmiteri olan GABA (Gamma aminobutirik asit) erkek ve dişi beyninde farklıdır. Yapılan araştırmalarda, GABA-T aktivitesinin, erkeklerin beyninde dişilerin beyninden daha yüksek olduğu tespit eilmiştir.
Sonuç olarak, hem fizyolojik, hem yapısal, hem de biyokimyasal yönden kadın ve erkek beyinleri arasında çok önemli farklılıklar vardır. Yapılan son araştırmalarla da bu farklılıklar daha da büyük önem kazanmaktadır. Hem fiyolojik davranışlarda, hem psikiyatrik ve nörolojik bozukluklarda bu farkı göz önüne almak son derece önemli görünmektedir.
PROF.DR. BARİA ÖZTAŞ
İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
"Klinik Psikofarmakolojide Yenilikler-IV"
"Uluslararsı Katılımlı Sempozyum"
kadinlar.com - 15 Ekim 2001
Kadın ve Erkek Beynindeki Yapısal Farklılıklar
Kadın erkek arasında beyin ağırlığı yönünden farklılık olduğu ve erkek beyninin kadınların beyninden ortalama % 9 daha fazla volume sahip olduğu bilinmektedir. MRI ile sağlıklı kişilerde yapılan araştırmada erkeklerin kadınlardan 91 ml. daha fazla beyin volume ve 20 ml. daha fazla beyin omurlilik sıvısı ihtiva ettikleri gösterilmiştir. Fakat beyin ağırlığını vücut ağrılığına oranladığımız zaman, kadın erkek arasındaki bu fark ortadan kalkmaktadır. Erkekler de sağ korteks daha kalın ve interhemisferlik asimetride daha belirgindir. Dişilerde ise nukleus kaudatus daha büyük, diğer bir deyimle kaudat ve hipokampus bölgelerinin total beyne oranı dişilerde daha fazladır.
Beyin morfolojisinin cinsiyetle ilişkisini şizofrenik hastalarda araştıran Nopoulus ve ark. 40 kadın-40 erkek şizofrenik hastada yaptıkları araştırmada; şizofrenik erkeklerin ventriküler volümlerinin, normal erkeklerin ventriküler volümlerinden önemli ölçüde geniş olduğunu tespit etmişlerdir. Fakat aynı bulgu, şizofrenik kadınlar ile aynı yaşta sağlıklı kadınlar karşılaştırıldığı zaman bulunmamıştır. Kadın ve erkek beynindeki farklı morfolojik değişiklikler, beyin yaşlanmasında ortaya çıkmaktadır.
Gar ve ark. Yaşları 18-80 arasında değişen 69 sağlıklı kişide MRI ile yaptıkları araştırmada, yaşla beyin volumunun negatif, beyin omurlilik sıvısının pozitif korelasyon gösterdiği ve erkeklerdeki yaşa bağlı beyin atrofisinin kadınlardan çok fazla olduğunu tespit etmişlerdir. Aynı araştırmada beyin yaşlanmasının kadınlarda sağ ve sol hemisferde simetrik geliştiği halde, erkeklerde yaşlanmanın asimetrik olduğu ve en fazla atrofi olan bölgenin yaşlı erkeklerin sol hemisferi olduğu vurgulanmıştır.
Bu gelişmelere bağlı olarak da, kadının yaşlılıktaki mental fonsksiyonlarının erkeklerden daha az etkilendiği ve yaşlanmanın erkeklerde sol hemisferik fonksiyonları daha fazla bozabileceği gerçeği ortaya çıkmıştır. Agartz ve ark. nın yaptıklar MR ölçümlerinde de, 60 yaşın üstündeki erkeklerin beyindeki lateral ventriküler alanın kadınlardan daha geniş ve beyninin ise aynı yaş kadınlardan daha atrofik olduğu gösterilmiştir.
Yaşlanan beyinde en büyük atrofinin frontal ve temporal loplarda olduğunu gösteren araştırmada da, bu iki bölgedeki atrofinin erkeklerde kadınlardan önemli ölçüde fazla olduğu vurgulanmıştır. Sonuçta yapılan çok sayıdaki araştırmalarda gösterildiği gibi, erkek beyni kadın beyninden daha hızlı yaşlanmaktadır.
Cinsiyet ile korpus kallosum boyu arasındaki ilişkide çeşitli araştırmalara konu olmuştur. Fakat bu konudaki araştırma çelişkilidir. Bazı araştırmalarda korpus kallosum kalınlığı erkeklerde daha fazla olduğu gösterildiği halde, bazı araştırmalarda kadın erkek arasında önemli bir fark tespit edilememiştir. Elster ve ark.'larının sağ elini kullanan sağlıklı 60 kadın ve 60 erkekte MR ile yaptıkları araştırmada; korpus kallosumun anteroposterior uzunluğunun erkeklerde, kadınlardan geniş olduğu ölçülmüştür.
Allen ve Gorski de yaptıkları araştırmalarda anterior commissura ve massa intermedianın kadın ve erkekte farklılıklarını 100posmortem kadın ve erkek beyninde incelemişler ve kadınların ortalama % 53 daha geniş massa intermedia ya sahip olduklarını tespit etmişlerdir.
Beyin Metabolizması ve Cinsiyet
Beyin, organizmada metabolik aktif organlardan biridir. Ağırlığı vücut ağırlığının % 2'si olmasına rağmen, bazal şartlarda bir dakikada organizmanın kullandığı 25 ml 02'nin 50 ml'sini kullanır. Dakikada beyne ortalama 800 ml kan gider ve 77 mg glikoz bir dakikada kandan beyne geçer ve ATP'ye çevrilerek kullanılır. Beynin glikojen deposu yok denecek kadar azdır. Onun için hipoglisemiden en fazla etkilenen organların başında beyin gelir. Erkek ve kadın beyninde metabolizma yönünden önemli farklılıklar vardır (21).
Yapılan araştırmalarda beyin kan akımının, erkeklerden daha fazla olduğu tespit edilmiştir. Mathew ve ark. 140 sağlıklı kişide erkek ve kadın beyninde sağ hemisfer, sol hemisfer beyin kan akımlarını ölçerek karşılaştırmışlar ve her iki hemisferde de kadınların beyin kan akımı erkeklerin beyin kan akımından önemli ölçüde yüksek olduğunu bulmuşlardır (p<0.001). Bu konuda 106 sağlıklı kişide yapılan araştırmada da, frontal sentral, temporal, paryetal, oksipital kortekste beyin kan akımı ölçülerek, erkeklerin aynı beyin bölgeleri ile karşılaştırılmaları yapılmış ve bütün beyin bölgelerinde kadınların beyin kan akımının erkeklerden yüksek olduğu ve en fazla farkın frontal kortekste olduğu tespit edilmiştir. Daha sonra yapılan çok çeşitli araştırmalarda da, hem total hem de bölgesel beyin kan akımı, kadınlarda erkeklerden yüksek olduğu vurgulanmıştır. Neden kadınların beyin kan akımı erkeklerden yüksektir? Bu gün bu sorunu cevabını tam olarak bilemiyoruz.
Araştırmacılar kadınların hematokrit değerinin erkeklerden daha az olduğunu ve periferik direncin düşük olduğunu dolayısıyla, kompansasyon için kadın beyin kan akımının fazla olduğunu ileri sürmüşlerdir. Fakat hematokrit değerleri ve kan PCO2 değerleri eşitlenen kadın ve erkek arasında aynı farkın devam etmesi, bu hipotezi çürütmüştür. Diğer ileri sürülen bir görüş de, kadın beyninin erkek beyninden % 9 daha küçük olması, dolayısıyle beyne fazla kan giderek bu farkı kompanse etmeye çalışmasıdır. Fakat kadın ve erkek beyninin vücut ağırlığına oranı arasında fark bulunmaması bu görüşü de zayıflatmıştır. Burada çok ilginç olan nokta, 38 yaşında kadın ve erkeğin beyin kan akımları arasındaki farkın, 58 yaşındaki erkek ve kadın arasında da devam etmesidir. Diğer bir deyimle yaşlanma ile kadın erkek arasındaki beyin kan akımı farkı ortadan kalkmamaktadır.
Beyin kan akımının yanında, beyin glikoz kullanımı da kadın beyninde erkek beyninden yüksektir Baxter ve arkadaşlarının, 7 erkek 7 kadın üzerinde beyin glikoz kullanımı ölçtükleri araştırmada; kadının bütün beyninin glikoz kullanım hızının, erkekten % 19 daha fazla olduğu gösterilmiştir. Araştırıcılara göre kadın beyninin glikoz kullanım hızının erkekten fazla olması ostrojen hormonundan kaynaklanmaktadır.
Mensturyal siklusa bağlı olarak yapılan ölçümlerde östrojen hormonunun düzeyinin en yüksek olduğu dönemde, kadın beyninin glikoz utilizasyonu en yüksektir. Kadın yaşlandığı zaman bu farkın ortadan kalkması, bu hipotezi destekler görünmektedir. Beyin glikoz kullanımının dişilerde fazla olduğu deneysel olarak da gösterilmiştir. 14C-desoksiglikoz kullanılarak sıçanların östrus siklusundaki günlerde ayrı ayrı beyin glikoz kullanımları ölçülmüş ve östrus siklusunun her basamağında, dişi sıçan beyninin glikoz kullanımı, erkek beyninden anlamlı şekilde yüksek çıkmıştır.
Cinsiyet ve Kan-Beyin Bariyeri
Beyin kapiller endotel hücreleri, periferik kapillerlerden farklı olarak birbirlerine tight-junction denilen sıkı bağlantılarla bağlanmış ve pinositotik aktivitede, yok denecek kadar azdır. Devamlı bir bazal membran içeren bu endotel hücreleri, kan ile beyin arasında özel bir bariyer oluştururlar. Kan beyin bariyeri permeabilitesinin artması, vazojenik beyin ödemi gelişmesine neden olduğu için, klinikte önemlidir. Fizyolojik koşullarda nöronların homeostasisini sağlayan kan-beyin bariyeri hipertansiyon, konvulziyon, iskemi gibi pek çok patolojik koşulda permeabilitesini artırır (diğer bir deyimle, kan-beyin bariyeri yıkılır) ve istenmeyen nöronal hasarlar ortaya çıkabilir. Alzheimer hastalığı, şifrozen gibi pek çok psikiyatrik bozuklukların patogenezinde de kan-beyin bariyerinin yıkılmasının önemli olduğu vurgulanmıştır. Özellikle Alzheimer hastalığında nöron ölümünden ve nöritik plak oluşumunun artmasından kan-beyin bariyerinin yıkılmasının önemli olduğunu gösteren pek çok araştırma yapılmıştır.
Dişi ve erkekte kan-beyin bariyeri permeabilitesinin fizyolojik koşullarda farklı olduğu, sıçanlarda yapılan araştırmalarla ortaya koyulmuştur. Bu araştırmaya göre bazı sıçan türlerinde, bariyer permeabilitesi dişilerde erkeklerden daha fazladır. Daha sonra Öztaş ve ark.'larının yaptıkları araştırmalarda, bu farkın hipertansiyon, kolvulziyon gibi patolojik koşullarda da olduğu deneysel olarak gösterilmiştir.
Aynı doz bikukullin ile oluşturulan konvulziyonlarda dişilerde daha fazla kan-beyin bariyeri yıkılmakta ve daha fazla vazojenik ödem oluşmaktadır. Patolojik koşullarda erkeklerin kan-beyin bariyeri permeabilitesi daha az yıkılmaktadır. Diğer deneysel araştırmaların çoğunda olduğu gibi kan-beyin bariyeri konusundaki araştırmalar da erkek deney hayvanlarında yapılmakta, dişideki mensturyal siklusun deneyleri bozacağı görüşü buna neden olmaktadır. Oysa dünya nüfusunun yarısı kadın, yarısı erkek ve mensturyal siklusta fizyolojik bir olay olduğuna göre erkek deney hayvanlarından elde edilen sonuçlara göre, dişileri yorumlamak pek çok bilimsel hataya neden olabilir. Çünkü, kadın ve erkek beyni kan-beyin bariyeri permeabilitesindeki farklılık gibi, pek çok yönden erkekten farklıdır. Hem fizyolojik, hem de patolojik koşulda kadın ve erkek beyninin farklı olması tedavi açısından da önemlidir.
Kadın ve Erkek Beyninde Serotonin Metabolizması
Serotonin (5-hidroksitriptamin-5HT) merkez sinir sisteminin en önemli nörotransmiterlerinden biridir. Beyin serotonin metabolizması, serotonin reseptörleri ve serotonin miktarları ile çeşitli hastalıklar arasında sıkı bağlantılar olduğu ileri sürülmüştür. Serotonin metabolizması ile ilgili olduğu ileri sürülen hastalıklar:
- Affektif hastalıklar
- Anksiyete
- Obsesif-kompulsif hastalıklar
- Şizofreni
- Uyku bozuklukları
- Beyin yaşlanması ve nörodejeneratif hastalıklar
- İlaç bağımlılığı
- Ağrı duyarlığı
- Stres hastalıkları
- Obesite
Bu hastalıkları tek bir serotonin metabolizmasının bozulması ile izah etmek çok zor olmakla birlikte, serotonin beyinde miktarının değişmesinin bu hastalıkların oluşumunda çok önemli bir rol oynadığını ileri sürmek mümkündür. Bunlara ek olarak intihar ve beyin serotonin metabolizması üzerinde de pek çok araştırma yapılmış ve intihar girişiminde beyin serotonin miktarının azalmasının önemi vurgulanmıştır.
İntihara teşebbüs eden 12 kişinin beyin omurilik sıvısı 5-HIAA miktarı 19 ng/ml bulunurken, intihara teşebbüs etmeyen 9 kişide bu miktar, 25 ng/ml olarak tespit edilmiştir. Psikiyatrik bozukluklara bu kadar yakın ilişkisi olan serotonin, kadın ve erkek beyninde farklı dağılımı olduğu gösterilmiştir.
Aynı yaş grubunda kadın ve erkekten elde edilen beyin omurilik sıvısında, serotonin yıkım ürünü olan 5-hidroksi indolasetik asit (5-HIAA) miktarları ölçülmüş ve kadınların beyin omurilik sıvısında, 5-HIAA miktarlarının erkeklerin beyninden önemli oranda yüksek olduğu tespit edilmiştir. 176 erkek beyninden alınan beyin omurilik sıvısında S-HIAA konsantrasyonu 115+0.10 nmol/L olduğu halde, 124 kadın beyninden alınan sıvıda bu miktar 137.+0.10 nmol/L olarak ölçülmüştür. Bu fark, istatistiksel bakımdan anlamlıdır (p<0.005). Kadın ve erkek beyninde serotonin miktarlarının farklılığı yanında, serotonin sağ ve sol hemisferde farklı şekilde dağıldığı da gösterilmiştir. Postmortem yapılan araştırmada, serotonerjik mekanizmayı gösteren imipramin bağlama bölgelerinin, kadın sağ orbital frontal korteksine erkekten daha fazla olduğu gösterilmiştir. Serotonin mekanizmasının kadında hemisferler arasında asimetrik olması, sağ ve sol hemisferler arasındaki asimetride rol oynayabilir mi? Bilindiği gibi sağ hemisfer; sözel olmayan, sentetik, spasyal, algisal fonksiyonları, sol hemisfer; sözel, analitik sıralı zamana bağlı fonksiyonları üstlenmektedir. Erkeklerde kadınlara göre interhemisferik asimetri daha belirgindir. Bu asimetride kadın ve erkekteki nörotransmiter muhtevalarının farklılığı önemli rol oynayabilir.
Diğer taraftan cinsiyet ve psikopatoloji arasında da yakın ilişki vardır. Erkekler otizm, çoçukluk davranış bozuklukları, psikopati, cinsel sapmalar, erken başlayan kronik gelişim gösteren şizofrene yatkın oldukları halde, kadınlar depresyon (nörotik ve psikiyatrik formları) özellikle unipolar depresyon, anksiyete, fobiler histeri ve aneroksiya bulimia gibi hastalıklara çok daha fazla yatkındırlar. Bu hastalıkların patogenezinde diğer nörotransmiterler yanında serotonin de önemli bir yere sahiptir.
Kadınlarda daha fazla görülen migren türü baş ağrılarında da serotonin nörotransmiteri önemli bir yere sahiptir. Migrenin aura fazında salgılanan nörotransmiter, serebral vazokonstriksiyona ve beyin kan akımının azalmasına neden olabilmektedir. Dolayısıyla serotonine fizyolojik, patolojik pekçok fonksiyonları yönlendirdiği için, salınmasını artıran, azaltan, reseptörlerini bloke eden, metabolizmasını düzenleyen pek çok ilaç ile merkez sinir sistemindeki fonksiyonları regüle edilmektedir. Bu ilaçları kullanırken de kadın ve erkek beyninde serotonin muhtevasının farklı olduğunu bilmek önemli bir ipucu olarak görülmektedir.
Serotonin kadın ve erkek beyninde farklı dağılımının yanında GABA, Dopamin, Noradrenalin, Asetilkolin gibi nörotransmiterlerin miktarı da her iki cinsin beyninde farklılık göstermektedir. Merkez sinir sisteminin en önemli inhibitör nörotransmiteri olan GABA (Gamma aminobutirik asit) erkek ve dişi beyninde farklıdır. Yapılan araştırmalarda, GABA-T aktivitesinin, erkeklerin beyninde dişilerin beyninden daha yüksek olduğu tespit eilmiştir.
Sonuç olarak, hem fizyolojik, hem yapısal, hem de biyokimyasal yönden kadın ve erkek beyinleri arasında çok önemli farklılıklar vardır. Yapılan son araştırmalarla da bu farklılıklar daha da büyük önem kazanmaktadır. Hem fiyolojik davranışlarda, hem psikiyatrik ve nörolojik bozukluklarda bu farkı göz önüne almak son derece önemli görünmektedir.
PROF.DR. BARİA ÖZTAŞ
İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
"Klinik Psikofarmakolojide Yenilikler-IV"
"Uluslararsı Katılımlı Sempozyum"
kadinlar.com - 15 Ekim 2001
Etiketler:
Arşiv,
Cinsel Kimlik,
Cinsel Yönelim,
Cinsiyet
15 Ekim 2001 Pazartesi
Klitoris, G-Noktası & Epicenter
Erkek cinsel organının fiziksel kısımlarının kadındaki karşılığı klitoris ve klitoristen rahime doğru uzanan eksendeki bazı tartışmalı yapılardır.
Klirtoris, kadın cinsel organının küçük dudaklarının üstte birleştiği noktada yer alır. Boyu kişiden kişiye değişir. Görünenin haricinde deri altında da yapısı devam eder. Aynı peniste olduğu gibi süngersi yapılardan oluşmuştur. Duyu sinirleri açısından son derece zengindir. Klitoral uyarı tek başına orgazm için yeterli olabilir.
G noktası, varlığı tartışmalı bir noktadır. Vajina ile idrar kanalı arasında kalan bölgede bulunur. Vajina girişinden 1-2 cm. uzak bulunur. Bu bölgelerin uyarılmasının daha kaliteli ve güçlü bir orgazm için gerektiği düşünülür. Vagina üst duvarındaki bu alanın, penis başındaki asıl uyarı noktasının karşılığı olduğunu düşünenler vardır. G noktası vaginanın tavanında değil tavanının içinde yer alır. Eğer vajina tavanı kalın ise G noktası bulunamayabilir. Estrojen hormunun etkisi ile dokulardaki kalınlaşma G-noktasının uyarılmasında azalmaya neden olur. Cinsel ikişki sırasında da penis G-noktasını daha az uyarır.
Epicenter anlam olarak dış merkezdir. Erkekteki prostat organının karşılığının kadınlarda vajinanın dip bölgesinin tavanında bulunduğu kabul edilir. Bu bölgeye epicenter ismi verilir.
Cinsel ilişki öncesi G-noktası ve epicenter arasındaki bölgenin uyarılmasının hormonal metabolizmayı uyardığı ve daha kaliteli, güçlü bir orgazm sağladığı bazı kişiler tarafından yazılmıştır. Bu konularda kesin ve kabul edilmiş bir bilgi yoktur. Ancak daha iyi ve kaliteli bir orgazm için eşlerin birbirlerini bu kadar detaylı uyarması muhakkak iyi sonuçlar verecektir. İyi ve kaliteli bir orgazmın arkasında her zaman anlayış, sabır ve uyum vardır.
Kaynak: kadinlar.com - 15 Ekim 2001
Klirtoris, kadın cinsel organının küçük dudaklarının üstte birleştiği noktada yer alır. Boyu kişiden kişiye değişir. Görünenin haricinde deri altında da yapısı devam eder. Aynı peniste olduğu gibi süngersi yapılardan oluşmuştur. Duyu sinirleri açısından son derece zengindir. Klitoral uyarı tek başına orgazm için yeterli olabilir.
G noktası, varlığı tartışmalı bir noktadır. Vajina ile idrar kanalı arasında kalan bölgede bulunur. Vajina girişinden 1-2 cm. uzak bulunur. Bu bölgelerin uyarılmasının daha kaliteli ve güçlü bir orgazm için gerektiği düşünülür. Vagina üst duvarındaki bu alanın, penis başındaki asıl uyarı noktasının karşılığı olduğunu düşünenler vardır. G noktası vaginanın tavanında değil tavanının içinde yer alır. Eğer vajina tavanı kalın ise G noktası bulunamayabilir. Estrojen hormunun etkisi ile dokulardaki kalınlaşma G-noktasının uyarılmasında azalmaya neden olur. Cinsel ikişki sırasında da penis G-noktasını daha az uyarır.
Epicenter anlam olarak dış merkezdir. Erkekteki prostat organının karşılığının kadınlarda vajinanın dip bölgesinin tavanında bulunduğu kabul edilir. Bu bölgeye epicenter ismi verilir.
Cinsel ilişki öncesi G-noktası ve epicenter arasındaki bölgenin uyarılmasının hormonal metabolizmayı uyardığı ve daha kaliteli, güçlü bir orgazm sağladığı bazı kişiler tarafından yazılmıştır. Bu konularda kesin ve kabul edilmiş bir bilgi yoktur. Ancak daha iyi ve kaliteli bir orgazm için eşlerin birbirlerini bu kadar detaylı uyarması muhakkak iyi sonuçlar verecektir. İyi ve kaliteli bir orgazmın arkasında her zaman anlayış, sabır ve uyum vardır.
Kaynak: kadinlar.com - 15 Ekim 2001
Feromonlar
Heyecan veya Uyarı Habercileri
Feromonlar, bir canlıdan salgılandıktan sonra aynı türden başka canlılarda davranış değişikliklerine yol açan koku benzeri ama genellikle kokusuz kimyasal maddelerdir. Kısacası feromonlar, aynı türden bireyler arasında iletişim sağlıyan maddelerdir. Bir dişi hayvanın yumurtlama zamanını erkek hayvanlara bildirerek çiftleşmeye çağıran, karıncaların sosyal hayatlarını düzenliyen, kraliçe arı hariç tüm dişi arıların üremelerini engelliyerek işçi olarak çalışmalarını sağlıyan, hep feromonlardır.
Feromonlar son derece etkili, genellikle kokusuz, uçucu maddeler oldukları icin algılandıktan sonra bilinçsiz olarak davranışları etkilerler. Feromonların etkilediği bilinen davranışlar, daha çok üreme (estrus, çiftleşme, emzirme) fonksiyonlarının kontrolü ile ilgilidir.
Feromon (PHEROMONE) kelimesi kökünü eski yunancadan alan bir kelimedir. Phero (heyecan)+hormone (taşıyıcı) kelimelerinden oluşmuştur. Feromon kelimesinin sözlüklere girmesi 1950'lerden sonra olmuştur. Dişi kelebeklerin (Lasiocampa quercus) salgıladığı bir kokunun erkek kelebekleri çektiğini ve ortamda bulunan diğer kokuların bunu engelliyemediğini ilk 1800'lerin son yıllarında gözlenmişse de, ilk feromon 1956 yılında dişi ipek böceği kelebeğinden (Bombyxmori) izole edilmiş ve bombykol adı verilmiştir. Bir molekül bombykolün, bir erkeği çağırmak için 5 km. uzaklıktan etkili olduğu bilinmektedir. Böceklerin antenleri feromonları algılıyamaya hazır bekliyen yapılardır.
Böcekler (arılar, karıncalar,...) gibi az gelişmis türlerde feromonlar, haberleşme aracı olarak sosyal hayatın düzenlenmesinde ve üremede çok önemli rol oynamaktadırlar. Türler geliştikçe iletişimde ses ve vücüt hareketlerini kullanmaya başlasalar da feromonlar, çeşitli davranışların belirlenmesinde önemini korumaktadır. Daha gelişmiş memelilerde de feromonlar çesitli davranışları ve fizyolojik olayları etkilemektedir. Dişilerden salgılanan feromonların erkekleri cezbettiği, erkeklerden salgılanan feromonların ise estrusun başlamasını ve ovülasyonu düzenlediği bilinmektedir. Örneğin, erkek hayvanın bulunmadığı sürülerde dişi koyun ve keçilerin estrus sikluslarının bozulduğu gösterilmiştir.
Feromonların davranış üzerinde en etkili olduğu bilinen memeliler kemirgenlerdir. Dişi farelerinin estruslarının erkek farelerin varlığı ile başladığı ve regüle olduğu hatta eşinden başka erkek sıcanla yaşamaya başlıyan dişi gebe sıçanların düşük yaptığı, bilinen bir gerçektir. Ayrıca, farelerde feromonların bilgi aktarmada bile rolü olduğu bilinmektedir. Memelilerde feromonları algılamaktan sorumlu organ, vomeronasal organdır. Burun tabanına yerleşmis çift taraflı organ, çeşitli reseptörlerle feromanlardan gelen haberleri beyine göndererek davranış ve üreme ile ilgili fonksiyonları etkilemektedir.
İnsanlardan feromonların salgılanıp salgılanmadığı veya bazı hayvan feromonlarının insanlar üzerinde etkili olup olmadığı, tartışılan bir konudur. Bu konuda hem bilimsel hem ticari çalışmalar vardır. İnsanlarda feromonlar yoktur ve etkili olamaz savını ileri sürenleri destekliyen bulgular şunlardır:
Diğer yandan feromonlar insanlarda da önemli olabilir savını destekliyen bulgularda vardır.
İnsanlarda ter ve vajinada bulunan androstandienone ve estratetraenolun feromon olduğu gösteren çalışmalar vardır.
Bir arada yaşıyan kadınların adet dönemlerinin senkronize olduğu bilinmektedir.
Yapılan bir bilimsel çalışma, kadınların koltuk altından alınan salgıların başka kadınların adet evrelerini ve uzunluğunu etkilediğini göstermiştir (Nature,392,177-79,1998).
Sonuç olarak, hayvanların davranışlarında ve üremelerinde çok önemli rolü olduğu bilinen feromonların, insanlarda salgılanıp salgılanmadığı ve etkileri hakkında kısıtlı ve tartışmalı bilgiler bulunmaktadır. Ama eğer insanlarda feromonlar salgılanıyorsa, bunlar bilinç altı yönlendirilen davranışlarda ve dolayısı ile kader kısmet kavramında rolü olabilecek önemli kimyasallardır. İnsan feromonlarının bilimsel olarak tanımlanması ve etkilerinin anlaşılması büyük olasılıkla hayatımıza renk ve bazı hastalıkların tedavisinde yarar sağlayacaktır.
Kaynak: kadinlar.com - 15 Ekim 2001
Feromonlar, bir canlıdan salgılandıktan sonra aynı türden başka canlılarda davranış değişikliklerine yol açan koku benzeri ama genellikle kokusuz kimyasal maddelerdir. Kısacası feromonlar, aynı türden bireyler arasında iletişim sağlıyan maddelerdir. Bir dişi hayvanın yumurtlama zamanını erkek hayvanlara bildirerek çiftleşmeye çağıran, karıncaların sosyal hayatlarını düzenliyen, kraliçe arı hariç tüm dişi arıların üremelerini engelliyerek işçi olarak çalışmalarını sağlıyan, hep feromonlardır.
Feromonlar son derece etkili, genellikle kokusuz, uçucu maddeler oldukları icin algılandıktan sonra bilinçsiz olarak davranışları etkilerler. Feromonların etkilediği bilinen davranışlar, daha çok üreme (estrus, çiftleşme, emzirme) fonksiyonlarının kontrolü ile ilgilidir.
Feromon (PHEROMONE) kelimesi kökünü eski yunancadan alan bir kelimedir. Phero (heyecan)+hormone (taşıyıcı) kelimelerinden oluşmuştur. Feromon kelimesinin sözlüklere girmesi 1950'lerden sonra olmuştur. Dişi kelebeklerin (Lasiocampa quercus) salgıladığı bir kokunun erkek kelebekleri çektiğini ve ortamda bulunan diğer kokuların bunu engelliyemediğini ilk 1800'lerin son yıllarında gözlenmişse de, ilk feromon 1956 yılında dişi ipek böceği kelebeğinden (Bombyxmori) izole edilmiş ve bombykol adı verilmiştir. Bir molekül bombykolün, bir erkeği çağırmak için 5 km. uzaklıktan etkili olduğu bilinmektedir. Böceklerin antenleri feromonları algılıyamaya hazır bekliyen yapılardır.
Böcekler (arılar, karıncalar,...) gibi az gelişmis türlerde feromonlar, haberleşme aracı olarak sosyal hayatın düzenlenmesinde ve üremede çok önemli rol oynamaktadırlar. Türler geliştikçe iletişimde ses ve vücüt hareketlerini kullanmaya başlasalar da feromonlar, çeşitli davranışların belirlenmesinde önemini korumaktadır. Daha gelişmiş memelilerde de feromonlar çesitli davranışları ve fizyolojik olayları etkilemektedir. Dişilerden salgılanan feromonların erkekleri cezbettiği, erkeklerden salgılanan feromonların ise estrusun başlamasını ve ovülasyonu düzenlediği bilinmektedir. Örneğin, erkek hayvanın bulunmadığı sürülerde dişi koyun ve keçilerin estrus sikluslarının bozulduğu gösterilmiştir.
Feromonların davranış üzerinde en etkili olduğu bilinen memeliler kemirgenlerdir. Dişi farelerinin estruslarının erkek farelerin varlığı ile başladığı ve regüle olduğu hatta eşinden başka erkek sıcanla yaşamaya başlıyan dişi gebe sıçanların düşük yaptığı, bilinen bir gerçektir. Ayrıca, farelerde feromonların bilgi aktarmada bile rolü olduğu bilinmektedir. Memelilerde feromonları algılamaktan sorumlu organ, vomeronasal organdır. Burun tabanına yerleşmis çift taraflı organ, çeşitli reseptörlerle feromanlardan gelen haberleri beyine göndererek davranış ve üreme ile ilgili fonksiyonları etkilemektedir.
İnsanlardan feromonların salgılanıp salgılanmadığı veya bazı hayvan feromonlarının insanlar üzerinde etkili olup olmadığı, tartışılan bir konudur. Bu konuda hem bilimsel hem ticari çalışmalar vardır. İnsanlarda feromonlar yoktur ve etkili olamaz savını ileri sürenleri destekliyen bulgular şunlardır:
- İnsanlar gelişmiş yaratıklardır (?), davranışların bu kadar basit bir şekilde tek bir faktörle kontrol edilmediği kesindir. Davranış tek bir duyunun kontrolü altında değildir, çeşitli uyarılardan gelen bilgiler işlenip değerlendirildikten sonra belirlenir.
- İnsanlarda çoğalma ile ilgili davranışlar hormonal değişikliklerden etkilenmez (sex sadece yumurtlama devresinde yapılmaz).
- Annelik duygusu ve davranışları gebelik ve emzirmeden bağımsızdır.
Diğer yandan feromonlar insanlarda da önemli olabilir savını destekliyen bulgularda vardır.
- Fetüste vomeronasal organ vardır, fakat doğumdan sonra dumura uğrar. Bu organ bir bebeğin annesini tanımasında önemli olabilir.
- Yapılan bir çalışma erişkinlerin %8'inde çift, %22'sinde tek taraflı vomeronasal organ bulunurken, %70'inde bulunmadığını göstermiştir. Ancak bu organların fonksiyonel olduğu gösterilmemiştir.
- Çeşitli kokuların insanları etkilediği bilinmektedir. Parfümlerde misk, amber, civet gibi hayvan feromonları kullanılmakta ve etkili oldukları iddia edilmektedir.
İnsanlarda ter ve vajinada bulunan androstandienone ve estratetraenolun feromon olduğu gösteren çalışmalar vardır.
Bir arada yaşıyan kadınların adet dönemlerinin senkronize olduğu bilinmektedir.
Yapılan bir bilimsel çalışma, kadınların koltuk altından alınan salgıların başka kadınların adet evrelerini ve uzunluğunu etkilediğini göstermiştir (Nature,392,177-79,1998).
- Ayrıca Amerika Birleşik Devletlerinde Athena Enstitüsünde yapılan araştırmalar insanların da feromonlar salgıladığını ve bunların bazılarının karşıt cins üzerindeki cazibeyi artırdığını, seks hayatını etkilediğini göstermektedir.
- Hatta etkileri bilimsel olarak tartışmalı olsa da, piyasada hayvan (domuz, ayı..), veya yapay feromonlar içeren karşı cinsi çıldırtığı iddia edilen çeşitli parfümler, traş kolonyaları bulunmaktadır.
Sonuç olarak, hayvanların davranışlarında ve üremelerinde çok önemli rolü olduğu bilinen feromonların, insanlarda salgılanıp salgılanmadığı ve etkileri hakkında kısıtlı ve tartışmalı bilgiler bulunmaktadır. Ama eğer insanlarda feromonlar salgılanıyorsa, bunlar bilinç altı yönlendirilen davranışlarda ve dolayısı ile kader kısmet kavramında rolü olabilecek önemli kimyasallardır. İnsan feromonlarının bilimsel olarak tanımlanması ve etkilerinin anlaşılması büyük olasılıkla hayatımıza renk ve bazı hastalıkların tedavisinde yarar sağlayacaktır.
Kaynak: kadinlar.com - 15 Ekim 2001
Ergenlik Döneminde Meme Gelişimindeki Farklılıklar
Ergenlik dönemi hormonlar tarafından yönetilen bir gelişme dönemidir. Ergenlik döneminde hormonların etkilerinin fiziksel değişikliklere neden olmaya başlamadığı bir dönem vardır. Bu dönemden sonra hormonların vücudun fiziksel yapısında oluşturdukları etkiler görünmeye başlar. Fiziksel gelişmeler kişiden kişiye farklılıklar gösterir. Genç kızların meme olgunlaşması da başta genetik faktörler olmak üzere, ergenlik döneminde hormonlarca kontrol edilen bir süreçtir. Bazı genç kızlarda meme olgunlaşması ve son şeklini alması 12 yaşında olabilirken bazı genç kızlarda 17 yaşına kadar hiç bir olgunlaşma belirtisi olmayabilir. Her iki gelişimde normaldir. Meme büyüklüğünü ve şeklini belli eden en etkili faktör genlerdir. Genlerin taşıdığı bilgi doğrultusunda meme olgunlaşması hormonlarca oluşturulur. Hormonların salgılanmasındaki farklılıklar meme gelişiminin daha ilerki yaşlara doğru kaymasına neden olur.
Ergenlik döneminde ki genç kızlar için meme gelişimi büyük bir özellik taşır. Bu evredeki genç kızlar kendilerini çevrelerindeki diğer kızlar ile karşılaştırır. Meme gelişimi geç başlayacak olan kızlar için oldukça zor bir dönemdir. Ailelerin mutlaka bu konuda açıklayıcı olması ve bilgi vermesi gerekir. Meme gelişiminin geç başlaması memenin küçük kalacağı anlamını taşımaz, daha öncede belirtildiği gibi genetik faktörler şekil ve büyüklüğü belirler. Meme gelişimi daha erken yaşlarda başlayan genç kızlarında karşılaştıkları sorunlar vardır. Bu sorunların başında çevresindekilerin onu utandırıcı davranışlarıdır. Bu dönemde memelerin hızlı gelişine uygun sütyen bulunamaması göğüsleri daha da belirgin hale getirmekte ve sık ık bu konuda arkadaşları ve yakın çevresi tarafından kızdırlmaktadır. Ailelerin kızlarına bu hassas dönemlerinde özel olarak destek vermeleri gerekir. Genç kızın yaşadığı olayın ne olduğu ona anlatılmalı, örnekler verilmeli ve bu yaşadığı deneyimin sadece ona ait bir sorun olmadığı vurgulanmalıdır.
Meme gelişimi bazen erken, bazen de geç kalsada genelde normal olarak gelişimini tamamlar. Genç kızların bu konudaki en büyük yardımcıları zaman olacaktır.
Kaynak: kadinlar.com - 15 Ekim 2001
Ergenlik döneminde ki genç kızlar için meme gelişimi büyük bir özellik taşır. Bu evredeki genç kızlar kendilerini çevrelerindeki diğer kızlar ile karşılaştırır. Meme gelişimi geç başlayacak olan kızlar için oldukça zor bir dönemdir. Ailelerin mutlaka bu konuda açıklayıcı olması ve bilgi vermesi gerekir. Meme gelişiminin geç başlaması memenin küçük kalacağı anlamını taşımaz, daha öncede belirtildiği gibi genetik faktörler şekil ve büyüklüğü belirler. Meme gelişimi daha erken yaşlarda başlayan genç kızlarında karşılaştıkları sorunlar vardır. Bu sorunların başında çevresindekilerin onu utandırıcı davranışlarıdır. Bu dönemde memelerin hızlı gelişine uygun sütyen bulunamaması göğüsleri daha da belirgin hale getirmekte ve sık ık bu konuda arkadaşları ve yakın çevresi tarafından kızdırlmaktadır. Ailelerin kızlarına bu hassas dönemlerinde özel olarak destek vermeleri gerekir. Genç kızın yaşadığı olayın ne olduğu ona anlatılmalı, örnekler verilmeli ve bu yaşadığı deneyimin sadece ona ait bir sorun olmadığı vurgulanmalıdır.
Meme gelişimi bazen erken, bazen de geç kalsada genelde normal olarak gelişimini tamamlar. Genç kızların bu konudaki en büyük yardımcıları zaman olacaktır.
Kaynak: kadinlar.com - 15 Ekim 2001
Etiketler:
Ergenlik,
Genler,
Hormonlar,
Meme Gelişimi,
Sağlık
Adet Görme
Her ay, uterus (rahim) kendisini muhtemel bir hamilelik için hazırlar. Bu hazırlık tamamen hormonlarca düzenlenir. Uterus duvarları kalınlaşır ve kan damarları artar. Yumurtalıklar tarafından, her ay bir tane yumurta olgunlaştırılır ve serbest hale getirerek uterusun devamı olan Follop boruları ile uterus içerisine doğru, erkekten gelecek spermler ile birleşmek üzere yollanır. Eğer OVUM (kadının yumurta hücresi) ve SPERM (erkeğin eşeysel hücresi) birleşirlerse döllenme gerçekleşir.
Sperm ve ovum. Eğer bu döllenmiş yumurta uterusa gelmez ise, bütün bu hazırlıklar, yine hormonların kontrolunda özelliklerini kaybederler ve dökülürler (rahim duvarlarında oluşan kalınlaşma ve damarlaşma). Bu döküntüler 30 - 80 ml kan kaybı ile birlikte vagina yolu ile olur. Bu düzenli olay, latincede AY anlamını taşıyan kelime mensis ile adlandırılmıştır. Mensturasyon, genellikle Period olarak isimlendirilir. Ülkemizde de "AY BAŞI OLMAK", "REGL OLMAK", "ADET KANAMASI" gibi isimlerle de anılmaktadır.
Uterusun bu gebeliğe hazırlanması ve gebelik olmazsa da bu hazırlıkların atılması olayı çok düzenli bir olaydır. Genelde 28 gün de bir olur. Bu düzene de Menstürel Siklus denir. (Ay başı döngüsü). Ay başı olmadan 14 gün önce yumurtalıklar olgunlaştırdıkları yumurtayı, döllenebilmesi için serbest bırakırlar. Bu olaya ovulasyon (yumurtlama) denir.
Doğaldır ki, ilk adet kanamasının Ne zaman olacağını kimse bilemez. Genelde 10-14 yaşları arasında görülür. Eğer 16 yaşına kadar Adet gormeye başlamamışsanız, doktorunuza danışmanız gereklidir. İlk adetinizin ilk gününde , külotunuzda kahverengiye çalan bir leke görürsünüz. Tabi bazı kızlarda daha çok görülebilir. Bu durumda Nasıl bir hijyenik sistem kullanmalısınız?. Bu konuda 2 genel yaklaşım vardır. Hangi yöntemi seçerseniz seçin ama mutlaka ambalajları üzerindeki açıklamaları okuyunuz. İlk adetten sonra aynı ayda belki ikinci bir adet görebilirsiniz, sonrada belki iki ay hiç adet görmeyebilirsiniz. Adetlerin tam bir düzene oturması zaman ile olur ve 1-2 yıl alabilir. Belli bir düzene oturan adetleriniz, 45 yaşları civarına duracaktır. Bu döneme menopoz diyoruz. Adet dönemlerinde günlük aktivitelerinizi aynen yapabilirsiniz. Ancak, eğer kendinizi iyi hissetmiyorsanız da kendinizi zorlamayın. Bu dönemde ter bezleri daha aktif durumdadır. Sık sık duş alın, banyo yapın.
Kaynak: kadinlar.com - 15 Ekim 2001
Sperm ve ovum. Eğer bu döllenmiş yumurta uterusa gelmez ise, bütün bu hazırlıklar, yine hormonların kontrolunda özelliklerini kaybederler ve dökülürler (rahim duvarlarında oluşan kalınlaşma ve damarlaşma). Bu döküntüler 30 - 80 ml kan kaybı ile birlikte vagina yolu ile olur. Bu düzenli olay, latincede AY anlamını taşıyan kelime mensis ile adlandırılmıştır. Mensturasyon, genellikle Period olarak isimlendirilir. Ülkemizde de "AY BAŞI OLMAK", "REGL OLMAK", "ADET KANAMASI" gibi isimlerle de anılmaktadır.
Uterusun bu gebeliğe hazırlanması ve gebelik olmazsa da bu hazırlıkların atılması olayı çok düzenli bir olaydır. Genelde 28 gün de bir olur. Bu düzene de Menstürel Siklus denir. (Ay başı döngüsü). Ay başı olmadan 14 gün önce yumurtalıklar olgunlaştırdıkları yumurtayı, döllenebilmesi için serbest bırakırlar. Bu olaya ovulasyon (yumurtlama) denir.
Doğaldır ki, ilk adet kanamasının Ne zaman olacağını kimse bilemez. Genelde 10-14 yaşları arasında görülür. Eğer 16 yaşına kadar Adet gormeye başlamamışsanız, doktorunuza danışmanız gereklidir. İlk adetinizin ilk gününde , külotunuzda kahverengiye çalan bir leke görürsünüz. Tabi bazı kızlarda daha çok görülebilir. Bu durumda Nasıl bir hijyenik sistem kullanmalısınız?. Bu konuda 2 genel yaklaşım vardır. Hangi yöntemi seçerseniz seçin ama mutlaka ambalajları üzerindeki açıklamaları okuyunuz. İlk adetten sonra aynı ayda belki ikinci bir adet görebilirsiniz, sonrada belki iki ay hiç adet görmeyebilirsiniz. Adetlerin tam bir düzene oturması zaman ile olur ve 1-2 yıl alabilir. Belli bir düzene oturan adetleriniz, 45 yaşları civarına duracaktır. Bu döneme menopoz diyoruz. Adet dönemlerinde günlük aktivitelerinizi aynen yapabilirsiniz. Ancak, eğer kendinizi iyi hissetmiyorsanız da kendinizi zorlamayın. Bu dönemde ter bezleri daha aktif durumdadır. Sık sık duş alın, banyo yapın.
Kaynak: kadinlar.com - 15 Ekim 2001
11 Ekim 2001 Perşembe
Çocuğa Cinsel Eğitim İle İlgili Bilgi Verme
Çoğumuz cinsiyet ve üreme konusunda, anne babalarımız tarafından yeterince eğitilmemiş olmamızın acısını çekmişizdir. Bu yanlış tutumu çocuklarımıza karşı sürdürmemiz yanlış ve gereksizdir. Bizler için cinsellik ve üreme ile ilgili bilgi ne kadar önemli ise, çocuklar açısından da o denli gereklidir. Küçük çocukların cinsellikle ilgili soruları, cinsel duygular değil, üreme konusudur. Genellikle çocuklar 2-3 yaşlarında en geç 4 yaşında soru sormaya başlarlar. Bebekler nasıl olur?, Ben nereden geldim? bu soruları gerçeklere dayanarak çocuğunuzun yaşını göz önüne alarak kısaca yanıtlayın. Çocuğunuz cinsellik ile ilgili bilgileri sizden edinsin, bilgileri aktaran siz olun ki cinsiyet ve üreme ile ilgili bilgileri başkaları ile konuşması gerektiğini düşünmesin. Tartışmaktan kaçınmayın kötü, yasak, diye düşünmesin.
Sorduğu soru ne olursa olsun (cinsellik üreme) herşeyi bir çırpıda anlatmaya çalışmayın. Kısaca sadece sorulan soruyu doğru yanıtlayın. Anne, babaların çoğu sorulan sorulan sorulara hayvanlar, böcekleri örnek gösterirler. Ancak çocuk bundan tatmin olmaz. Onları ilgilendiren gerçek olgulardır. Çocuğunuz size cinsellik ve üreme ile ilgili sorduğu soru karşısında bu ne biçim bir soru edası ile ona bakmayın. Suratınızı buruşturup telaşa kapılmayın doğal olun. Çocuğunuzun sorduğu soruyu yanıtlamanın en iyi yolu belki de döl yatağı içerisinde fetüsün ne şekilde geliştiğini gösteren resim ya da kitaplardır. Hem meraklı gözler ile izleyecek hem de soruya yanıt alacaktır. İleride doğru olarak yanıtladığınız bu bilgileri hatırlayacak, doğru kullanacaktır. Çocuklar anne-babalarından edindikleri bilgileri arkadaşları ile paylaşırlar, bunda da bir sakınca yoktur. Ancak kendi cinsel yaşantınız ile ilgili bilgileri vermeyin. Böyle bir soru sorduğunda bunun sizin için özel olduğunu, paylaşmak istemediğinizi belirtin. Çocuğunuz sizi çıplak giyinirken, görürse doğal olun sakınmayın anne'nin ya da baba'nın anatomik yapısını gözlemler. Bunu özellikle yapmayın uzun süre çıplak dolaşmayın. Çocuğunuz karmaşık duygular içinde kalabilir. Çıplaklığınızın tahrik edici, cinsel yönden uyarıcı bir nitelikte olmaması gerektiğini unutmayın.
Hazırlayan: Banu Özkan
kadinlar.com - 11 Ekim 2001
Sorduğu soru ne olursa olsun (cinsellik üreme) herşeyi bir çırpıda anlatmaya çalışmayın. Kısaca sadece sorulan soruyu doğru yanıtlayın. Anne, babaların çoğu sorulan sorulan sorulara hayvanlar, böcekleri örnek gösterirler. Ancak çocuk bundan tatmin olmaz. Onları ilgilendiren gerçek olgulardır. Çocuğunuz size cinsellik ve üreme ile ilgili sorduğu soru karşısında bu ne biçim bir soru edası ile ona bakmayın. Suratınızı buruşturup telaşa kapılmayın doğal olun. Çocuğunuzun sorduğu soruyu yanıtlamanın en iyi yolu belki de döl yatağı içerisinde fetüsün ne şekilde geliştiğini gösteren resim ya da kitaplardır. Hem meraklı gözler ile izleyecek hem de soruya yanıt alacaktır. İleride doğru olarak yanıtladığınız bu bilgileri hatırlayacak, doğru kullanacaktır. Çocuklar anne-babalarından edindikleri bilgileri arkadaşları ile paylaşırlar, bunda da bir sakınca yoktur. Ancak kendi cinsel yaşantınız ile ilgili bilgileri vermeyin. Böyle bir soru sorduğunda bunun sizin için özel olduğunu, paylaşmak istemediğinizi belirtin. Çocuğunuz sizi çıplak giyinirken, görürse doğal olun sakınmayın anne'nin ya da baba'nın anatomik yapısını gözlemler. Bunu özellikle yapmayın uzun süre çıplak dolaşmayın. Çocuğunuz karmaşık duygular içinde kalabilir. Çıplaklığınızın tahrik edici, cinsel yönden uyarıcı bir nitelikte olmaması gerektiğini unutmayın.
Hazırlayan: Banu Özkan
kadinlar.com - 11 Ekim 2001
10 Ekim 2001 Çarşamba
Kadınlarda Eşcinsellik
Kadın eşcinselliği "lezbiyenlik"
Gelişmiş ülkeler başta olmak üzere giderek artan sayıda ülkede eşcinsel bireylerin aile kurmalarına izin verilmektedir. Hatta donör inseminasyonu (donör inseminasyonu, sperm bankasından alınan spermlerle suni döllenme yoluyla gebelik oluşturulması işlemidir, Türkiye'de uygulanmamaktadır) yoluyla iki kadından oluşan bir aile, çocuk sahibi bile olmaktadır.
Bilim de homoseksüellik konusunda ilerlemeler kaydetmektedir ve tıp mensuplarının eğitiminde eşcinsellik giderek daha fazla konu başlığı altında ele alınmaktadır. Bugüne kadar eşcinsellik kavramı tıp kitaplarında yüzeyel olarak işlenmiş ve psikiyatri dışında kalan branşlarda eşcinsel bireylerin AIDS hastalığının yayılmasında önemli bir etken olduklarının vurgulanması dışında pek fazla ele alınmamıştır. Halbuki günümüzde artık başta Amerika olmak üzere gelişmiş ülkelerde yayınlanan tıp kitaplarında eşcinsel kadınların ve erkeklerin sağlık durumları geniş bir şekilde anlatılmakta ve konuyla ilgili araştırmalar yapılmaktadır.
Kadın eşcinselliği kavramı
Kadın eşcinselliği "lezbiyenlik" en basit anlatımla kadının kendi cinsinden olan bireylere sosyal ve cinsel ilgi duymasıdır. "lezbiyen" ise kadındaki homoseksüelliğe (eşcinselliğe) halk arasında verilen bir isimdir. Homoseksüel aynı cinse ilgi duyan, heteroseksüel karşı cinse ilgi duyan, biseksüel ise her iki cinse ilgi duyan anlamında kullanılır.
Burada aynı cinse ilgi duymakla bu ilgiyi cinsel eyleme dönüştürmenin ayrımını yapmak gerekir. Kendini eşcinsel "lezbiyen" olarak gören kadınların önemli bir kısmı bunu sosyal baskılar nedeniyle eyleme dönüştürmezler ve bir kısmı eşcinsel eğilimlerinin farkında oldukları halde ömür boyu bunu iç dünyalarında yaşadıkları ilgiden öteye götürmezler.
Lezbiyen bir kadın böylece homoseksüel cinsellik dışında, yanlızca heteroseksüel bir cinsellik yaşayabileceği gibi, biseksüel bir cinsel davranış da sergileyebilir. Yani eşcinsellik kadının cinsel eylemleri tarafından değil cinsel ilgi odağı tarafından belirlenir.
Görülme sıklığı nedir?
Türkiye'ye ait veriler elimizde olmamasına karşın, Avrupa, Japonya, Amerika, Avustralya ve uzakdoğu istatistikleri kadınların %0.2'si ile %6.9'unun kendilerini "eşcinsel" olarak tarif ettiklerini göstermektedir. Bu rakamlara eşcinsel kimliğini gizleyenler eklendiğinde oranların ne olacağı ise bilinmemektedir.
Konuyla ilgili yapılan bir çalışmada Amerikalı erkeklerin %20'sinin, kadınların ise %18'inin ergenlik dönemlerinde aynı cinsten birine karşı ilgi duyduğu ve/veya aynı cinsten biriyle cinsel beraberlik yaşadıkları saptanmıştır. Bu kişiler arasında erkeklerin %6.2'si, kadınların ise %3.6'sı son beş yılda eşcinsel en az bir deneyim daha yaşamışlardır.
Kadın eşcinselliğin nedenleri?
Bazı eşcinsel kadınlar henüz çocukluk dönemlerinden itibaren eşcinsel eğilimlerinin farkına varırlarken, büyük kısmı bu eğilimlerini çoğunlukla uzun süren ve çoğunlukla kendileri için tatmin edici olan heteroseksüel bir cinsel yaşam sonrası farkederler.
Homoseksüelliğin hem genetik ile, hem de daha farklı etkenlerle yakından ilgilili olduğunu gösteren bulgular vardır. Tek yumurta ikizlerinden (bu tür ikizlikte iki bireyin genetik yapıları tamamen aynıdır) birinde homoseksüel eğilimler olduğunda, bu durumun diğerinde de ortaya çıkma olasılığının %50'den fazla bulunması genetik ile eşcinsellik arasındaki yakın ilgiyi gösteren önemli bir bulgudur.
Bunun yanında çift yumurta ikizlerinde (bu tür ikizlikte genetik yapılar farklıdır) de her iki bireyde birden eşcinsel eğilimler ortaya çıkma olasılığının yaklaşık %20 gibi yüksek bir oran olması, olayın aynı rahimiçi ortama maruz kalmış olmanın etkileri sonucu da ortaya çıkabileceğini düşündürmektedir. Gerçekten de rahim içi dönemde gelişmekte olan bebekte üretilen bazı hormonlar bebeğin beynine direkt etkiler göstererek henüz bu dönemde cinsel kimliğe ruhsal adaptasyon sürecini başlatmaktadır.
Erişkinlikte ise homoseksüel ve heteroseksüeller arasında hormon seviyelerinde bir farklılık saptanmamaktadır. Yani eşcinsel eğilim henüz doğmadan önce belirlenmiş gibi gözükmektedir.
Araştırmalar, önceden düşünüldüğünün aksine eşcinsel kadınların özgeçmişinde erkekler tarafından şiddete maruz bırakılmak, tecavüze uğramış olmak gibi bir kötüye kullanım olayın olmadığını göstermektedir. Ayrıca çocuklukta erkeklerle ilgili yaşanmış kötü bir deneyim, ciddi aile sorunları da eşcinseller için pek geçerli değildir. Yani sorun yetiştirilmeyle ya da erkeklerle ilgili değildir. eşcinsellerin erkeklerden nefret ettiği de doğru değildir, eşcinsel kadına erkekler cinsel açıdan çekici gelmemektedir.
Eşcinsel kadınların önemli bir kısmı geçmişte düzenli heteroseksüel ilişkilerde bulunmuş ve bunların da önemli kısmı çocuk doğurmuş kadınlardır. Bu kişilerde eşcinselliğin daha ileri yaşlarda ortaya çıkmış olmasının nedeni muhtemelen sosyal konumları ve kişilikleri sağlamlaştıkça kendilerini daha rahat ifade edebilme yetisi kazanmaları ve kendilerine güvenleri arttıkça hayatlarını kendi istedikleri doğrultuda yaşama isteklerini eyleme dönüştürmeleridir.
Eşcinsel kadınların önemli bir kısmı yaşamlarında belli bir aşamaya kadar ve muhtemelen büyük bir kısmı da ömür boyunca bu kimliklerini gizli tutmakta ve eşcinsellikle ilgili düşünce ve duygularını eyleme geçirmemektedirler.
Eşcinsellik bir ruhsal bozukluk mudur?
"Ruhsal bozukluk" ve anormal davranış, göreceli kavramlardır. Zira öncelikle normalin tarif edilmesi gerekir. Basit olarak tarif etmek gerekirse, yaşadığı toplumdaki bireylerin çoğunluğunun benimsediği davranış kalıplarını uygulayan birey "normal", aykırı hareket eden birey ise anormal olarak adlandırılır. Bu durumda eşcinsellik anormal bir davranış olarak görülebilir. Ancak "ruhsal bozukluk " olup olmadığını belirleyen en önemli etken kişinin kendini nasıl hissettiğidir. Toplumda yaşayan diğer bireylerin özgürlüklerine saldırıda bulunmamak, mesleki, ailevi ve sosyal yaşamını sürdürebilmek koşuluyla, kendini mutlu hisseden kişi eğilimi ne yönde olursa olsun kendini ruhsal açıdan sağlıklı görebilir.
Eşcinsellik bir cinsel eğilim "bozukluğudur" çünkü toplumun normaline aykırı düşmektedir. Eşcinsel birey ruhsal açıdan kendini nasıl hissediyorsa öyledir. Bu durumdan rahatsız oluyorsa tedavi için başvurur. Ya da eşcinsel eğilimlerine bağlı olarak ortaya çıkan ikincil sorunların (suçluluk duyguları, toplumdan dışlanma nedeniyle ortaya çıkan yanlızlık, depresyon gibi) tedavisi için başvurur.
2001 - http://jinekoloji.net/dosyalar/escinsel.html
Gelişmiş ülkeler başta olmak üzere giderek artan sayıda ülkede eşcinsel bireylerin aile kurmalarına izin verilmektedir. Hatta donör inseminasyonu (donör inseminasyonu, sperm bankasından alınan spermlerle suni döllenme yoluyla gebelik oluşturulması işlemidir, Türkiye'de uygulanmamaktadır) yoluyla iki kadından oluşan bir aile, çocuk sahibi bile olmaktadır.
Bilim de homoseksüellik konusunda ilerlemeler kaydetmektedir ve tıp mensuplarının eğitiminde eşcinsellik giderek daha fazla konu başlığı altında ele alınmaktadır. Bugüne kadar eşcinsellik kavramı tıp kitaplarında yüzeyel olarak işlenmiş ve psikiyatri dışında kalan branşlarda eşcinsel bireylerin AIDS hastalığının yayılmasında önemli bir etken olduklarının vurgulanması dışında pek fazla ele alınmamıştır. Halbuki günümüzde artık başta Amerika olmak üzere gelişmiş ülkelerde yayınlanan tıp kitaplarında eşcinsel kadınların ve erkeklerin sağlık durumları geniş bir şekilde anlatılmakta ve konuyla ilgili araştırmalar yapılmaktadır.
Kadın eşcinselliği kavramı
Kadın eşcinselliği "lezbiyenlik" en basit anlatımla kadının kendi cinsinden olan bireylere sosyal ve cinsel ilgi duymasıdır. "lezbiyen" ise kadındaki homoseksüelliğe (eşcinselliğe) halk arasında verilen bir isimdir. Homoseksüel aynı cinse ilgi duyan, heteroseksüel karşı cinse ilgi duyan, biseksüel ise her iki cinse ilgi duyan anlamında kullanılır.
Burada aynı cinse ilgi duymakla bu ilgiyi cinsel eyleme dönüştürmenin ayrımını yapmak gerekir. Kendini eşcinsel "lezbiyen" olarak gören kadınların önemli bir kısmı bunu sosyal baskılar nedeniyle eyleme dönüştürmezler ve bir kısmı eşcinsel eğilimlerinin farkında oldukları halde ömür boyu bunu iç dünyalarında yaşadıkları ilgiden öteye götürmezler.
Lezbiyen bir kadın böylece homoseksüel cinsellik dışında, yanlızca heteroseksüel bir cinsellik yaşayabileceği gibi, biseksüel bir cinsel davranış da sergileyebilir. Yani eşcinsellik kadının cinsel eylemleri tarafından değil cinsel ilgi odağı tarafından belirlenir.
Görülme sıklığı nedir?
Türkiye'ye ait veriler elimizde olmamasına karşın, Avrupa, Japonya, Amerika, Avustralya ve uzakdoğu istatistikleri kadınların %0.2'si ile %6.9'unun kendilerini "eşcinsel" olarak tarif ettiklerini göstermektedir. Bu rakamlara eşcinsel kimliğini gizleyenler eklendiğinde oranların ne olacağı ise bilinmemektedir.
Konuyla ilgili yapılan bir çalışmada Amerikalı erkeklerin %20'sinin, kadınların ise %18'inin ergenlik dönemlerinde aynı cinsten birine karşı ilgi duyduğu ve/veya aynı cinsten biriyle cinsel beraberlik yaşadıkları saptanmıştır. Bu kişiler arasında erkeklerin %6.2'si, kadınların ise %3.6'sı son beş yılda eşcinsel en az bir deneyim daha yaşamışlardır.
Kadın eşcinselliğin nedenleri?
Bazı eşcinsel kadınlar henüz çocukluk dönemlerinden itibaren eşcinsel eğilimlerinin farkına varırlarken, büyük kısmı bu eğilimlerini çoğunlukla uzun süren ve çoğunlukla kendileri için tatmin edici olan heteroseksüel bir cinsel yaşam sonrası farkederler.
Homoseksüelliğin hem genetik ile, hem de daha farklı etkenlerle yakından ilgilili olduğunu gösteren bulgular vardır. Tek yumurta ikizlerinden (bu tür ikizlikte iki bireyin genetik yapıları tamamen aynıdır) birinde homoseksüel eğilimler olduğunda, bu durumun diğerinde de ortaya çıkma olasılığının %50'den fazla bulunması genetik ile eşcinsellik arasındaki yakın ilgiyi gösteren önemli bir bulgudur.
Bunun yanında çift yumurta ikizlerinde (bu tür ikizlikte genetik yapılar farklıdır) de her iki bireyde birden eşcinsel eğilimler ortaya çıkma olasılığının yaklaşık %20 gibi yüksek bir oran olması, olayın aynı rahimiçi ortama maruz kalmış olmanın etkileri sonucu da ortaya çıkabileceğini düşündürmektedir. Gerçekten de rahim içi dönemde gelişmekte olan bebekte üretilen bazı hormonlar bebeğin beynine direkt etkiler göstererek henüz bu dönemde cinsel kimliğe ruhsal adaptasyon sürecini başlatmaktadır.
Erişkinlikte ise homoseksüel ve heteroseksüeller arasında hormon seviyelerinde bir farklılık saptanmamaktadır. Yani eşcinsel eğilim henüz doğmadan önce belirlenmiş gibi gözükmektedir.
Araştırmalar, önceden düşünüldüğünün aksine eşcinsel kadınların özgeçmişinde erkekler tarafından şiddete maruz bırakılmak, tecavüze uğramış olmak gibi bir kötüye kullanım olayın olmadığını göstermektedir. Ayrıca çocuklukta erkeklerle ilgili yaşanmış kötü bir deneyim, ciddi aile sorunları da eşcinseller için pek geçerli değildir. Yani sorun yetiştirilmeyle ya da erkeklerle ilgili değildir. eşcinsellerin erkeklerden nefret ettiği de doğru değildir, eşcinsel kadına erkekler cinsel açıdan çekici gelmemektedir.
Eşcinsel kadınların önemli bir kısmı geçmişte düzenli heteroseksüel ilişkilerde bulunmuş ve bunların da önemli kısmı çocuk doğurmuş kadınlardır. Bu kişilerde eşcinselliğin daha ileri yaşlarda ortaya çıkmış olmasının nedeni muhtemelen sosyal konumları ve kişilikleri sağlamlaştıkça kendilerini daha rahat ifade edebilme yetisi kazanmaları ve kendilerine güvenleri arttıkça hayatlarını kendi istedikleri doğrultuda yaşama isteklerini eyleme dönüştürmeleridir.
Eşcinsel kadınların önemli bir kısmı yaşamlarında belli bir aşamaya kadar ve muhtemelen büyük bir kısmı da ömür boyunca bu kimliklerini gizli tutmakta ve eşcinsellikle ilgili düşünce ve duygularını eyleme geçirmemektedirler.
Eşcinsellik bir ruhsal bozukluk mudur?
"Ruhsal bozukluk" ve anormal davranış, göreceli kavramlardır. Zira öncelikle normalin tarif edilmesi gerekir. Basit olarak tarif etmek gerekirse, yaşadığı toplumdaki bireylerin çoğunluğunun benimsediği davranış kalıplarını uygulayan birey "normal", aykırı hareket eden birey ise anormal olarak adlandırılır. Bu durumda eşcinsellik anormal bir davranış olarak görülebilir. Ancak "ruhsal bozukluk " olup olmadığını belirleyen en önemli etken kişinin kendini nasıl hissettiğidir. Toplumda yaşayan diğer bireylerin özgürlüklerine saldırıda bulunmamak, mesleki, ailevi ve sosyal yaşamını sürdürebilmek koşuluyla, kendini mutlu hisseden kişi eğilimi ne yönde olursa olsun kendini ruhsal açıdan sağlıklı görebilir.
Eşcinsellik bir cinsel eğilim "bozukluğudur" çünkü toplumun normaline aykırı düşmektedir. Eşcinsel birey ruhsal açıdan kendini nasıl hissediyorsa öyledir. Bu durumdan rahatsız oluyorsa tedavi için başvurur. Ya da eşcinsel eğilimlerine bağlı olarak ortaya çıkan ikincil sorunların (suçluluk duyguları, toplumdan dışlanma nedeniyle ortaya çıkan yanlızlık, depresyon gibi) tedavisi için başvurur.
2001 - http://jinekoloji.net/dosyalar/escinsel.html
4 Ekim 2001 Perşembe
Kadın Gözüyle Kadın
Yıllardır kadın güzelliği üzerine konuşur, rejim listeleri, selülit tedavileri, saç cilt bakımları hakkında birbirimize reçeteler verir dururuz. Belki bazen kendi kendimize: "Kadınlar niçin güzel olmak zorunda?" diye sorduğumuz da olmuştur. Fakat, ya üzerinde fazlaca durmadan cevabı geçiştiririz, ya da "Kendimize saygımızdan ötürü güzel olmak zorundayız." diye düşünürüz. Oysa bu soruyu Germaine Greer yıllar önce sormuş, sorgulamış ve cevaplarını, yorumlarını derleyerek bir kitap haline getirmiş. İşte bu kitabın öyküsü ve içeriği:
Germaine Greer otuz yıl önce "İğdiş Edilmiş Kadın-The Female Eunuch" adlı kitabını yayımladığında yer yerinden oynamıştı. Kadınların yüksek sesle konuşmalarının bile garip karşılandığı bir dönemde, bir kadının çıkıp, uluorta hem de yüksek sesle "meme"lerden, "kıç"lardan, "seks"ten, "penis"ten söz etmesi akıl alacak iş değildi. O dönemler Warwick Üniversitesi'nde profesör olan Greer, kısa sürede feminizmin güçlü seslerinden biri haline geldi. "İğdiş Edilmiş Kadın" (Türkçeye çevrildi-Pencere Yayınları) kısa sürede inanılmaz satış rekorları kırdığı gibi, kendisine de "Feminizmin Başrahibesi" unvanını kazandırdı.
Bugün altmış yaşın üzerinde olan Greer'in uzun süredir sesi soluğu çıkmıyordu. Batıda bolca tartışma yaratan yeni kitabı "The Whole Woman-Tam Kadın" şu sözcüklerle açılıyor: "Bütün kadınlar bilir ki; başardıkları ne olursa olsun, eğer güzel değilse başarısızdır. Ve kadın yine bilir ki; var olan güzelliğini de gün be gün yitirmektedir." Kitap "kadınların eşitliği"nden çok "kadınların özgürlüğü" kavramına adanmış. Greer, eşit haklar kavramı üzerinde duruyor ve eşitlikle özgürlüğün aynı şey olmadığını söylüyor. Eşitlik konformizme eşdeğer düşünülürken, özgürlük ideolojik kavramında ele alınıyor. Greer eşitlik kavramının kadınlara mutluluk ve özgürlük getirmediğini, tersine ona yeni baskılar getirerek yükünü arttırdığını söylüyor. Greer'in kitabından bazı anabaşlıklar şöyle:
Histerektomi
Amerika'da kadınların üçte birinin 60 yaşından önce, İngiltere'de ise beşte birinin 65 yaşından önce rahimlerini aldırdığını söyleyen Greer, "Böyle giderse şu anda Kaliforniya'da yaşayan kadınların ancak yarısı rahimleri ile birlikte gömülecekler" diyor. Greer'in rahim anomalilerini gidermek amacı ile yapılan histerektomilere bir itirazı yok. Onun kabul edemediği rahim sancısını kesmek amacı ile yapıldığı söylenenler. Kadın bedeninin önemli bir organını sanki bir apseymiş gibi duyarsızca alan zihniyete şiddetle karşı çıkıyor Greer.
Kadın Bedeni ve Selülit
Greer kadının takıntılı bir biçimde kıllarını alması, kilo vermeye uğraşması, selülitlerini yok etmeye çalışmasının hep medyanın daha güzel, daha ince, daha alımlı ve daha bakımlı bir kadın kışkırtmalarının sonucunda oluştuğunu söylüyor. Kadının ne yaparsa yapsın kendisini güzel hissedemeyeceğini vurgulayan Greer şöyle diyor "Kılları hep alınması gerekecek kadar uzun, kiloları hep fazla, yeterince kilo verdiğinde ise ya göğüsleri küçük, ya kalçaları, ya burnu bozuk, ya dudakları."
Greer selülitler konusunda da şunları söylüyor. "Selülit, derinin altındaki yağ dokusu. Genetik yapıya bağlı olarak kimi kadınlarda düz ve gergin bir biçimde olan bu doku kimi kadınlarda gevşek ve yumuşak oluyor. Gevşek ve yumuşak yağ dokusuna sahip olan bu kadınlar, selülitlerini yok etmek için sürekli savaş halindeler. Oysa selülit genetik bağlantılı. Bebeklerin poposuna bakın, kimi düz ve gergin, kimi pürüzlü. Bebekler hayatlarında çikolata yemişler mi, sigara, içki ve kahve çay tüketmişler mi? Neden selülitlerinizi ve bedeninizi sevmeyi denemiyorsunuz? Böylece özel, sağlıklı yaşam antrenörlerinden oluşan ordunun da altın madenini kurutmuş olursunuz.
Kadın ve Güzellik
Güzellik kavramı öyle bir temelde oturtulmuş ki, kadın, sürekli olarak vücudunu şekle sokması gereken çirkin bir obje olarak görülüyor. Her tür çağda kadın güzellik anlayışı değiştirilip, kadının kendini çirkin olarak algılaması sağlanıyor. Günümüzde ideal vücut ölçülerine sahip kadına örnek olarak yaratılan Barbie kavramı, dünyanın geniş omuzlu, koca kalçalı, kısa bacaklı, geniş vücutlu normal kadınlarını kendi vücudundan nefret etmeye yöneltiyor.
Kadınların güzelleşmek uğruna harcadıkları zaman inanılmaz diyen Greer şu örnekleri veriyor: "Bakın Demi Moore'a, günde dört saat egzersiz yapıyor, bacak dış kasları için ayrı, iç kasları için ayrı, sırt için ayrı, karın için ayrı. Tam dört saatini bu işe harcıyor. Bütün bu gayretler onu dal gibi incecik tutuyor, ama evliliğini kurtarmaya yetiyor mu?
Estetik Ameliyatlar
"Önceleri yalnızca burun ve göğüs alanlarıyla sınırlı olan estetik ameliyatları bugün öylesine yaygınlaştı ki, sırf İngiltere'de yılda 65.000 kozmetik amaçlı ameliyat yapılıyor. Artık kadınların her yanı değiştirilip, güzelleştiriliyor.
Barbie Bebekler
Günümüz kadınına kendine örnek alması gereken imaj gibi sunulan Barbie bebeklerden nefretini gizlemiyor: "25 yıl kadar önce bir Alman seks oyuncağı olan Lilli'den türetilen 20-25 cm boyundaki Barbie bebek, yerini öyle sağlamlaştırdı ki, Amerika'da 3-11 yaş arası kızların ortalama sekiz, İngilizlerin ise altı Barbie bebeği var. Her yıl 120 yeni giysisi üretilen Barbie'nin kedisi, köpeği, kuşu, mutfağı, banyosu, terası var."
Bu kadar geniş bir pazara sahip olan Barbie'nin üretimi de büyük bir köle ticaretini gerektiriyor. Çin'de Guangdong bölgesindeki iki dev fabrikada çalışan 11.000 kadın üretiyor Barbie'yi. 1959 yılında üretilmeye başlanan Barbie, o günden beri en gözde oyuncak statüsünü hiç kaptırmamış. Greer'in kadınlara öğüdü; "Barbie gibi bir imaj edinmeye çalışacaklarına, Barbie'yi üretirken sömürülen kız çocukları ile ilgilensinler."
Kadın ve Sevgi
Baba sevgisi, eş sevgisi, çocuk sevisi konularında kadının hep karşılıksız bırakıldığını söyleyen Greer, kadının hep veren, hep fedakarlık eden olduğunu, oysa bunun karşılığını alamadığını, sonuçta da düş kırıklığına uğradığını vurguluyor. Erkeğin sevgisizliğinin kendini kadına göre üstün görmesinden kaynaklandığını, bunun ne yapılırsa yapılsın değiştirilemeyeceğini öne sürüyor. Ona göre karısına sevgi ve şefkat gösteren erkek bile, bir anlamda ya yapay davranıyordur, ya da çok sünepe, zayıf bir erkektir. Normal bir erkeğin karısına ilgi ve şefkat göstermesi mümkün değildir.
Kadın ve Şiddet
Greer'e göre erkekler, kadınlardan nefret ediyorlar ama kadınların bundan haberi yok. Bunun en iyi örneği, kocalarından dayak yiyen kadınlar. Erkekler zayıf kadınlara sürekli eziyet ediyorlar. İngiltere'de her üç kadından biri evinde şiddete maruz kalıyor. Dövülüyor, yumruklanıyor, boğazı sıkılıyor, ya da istemediği halde sekse zorlanıyor. Şiddet tehditler, hakaretler, aşağılamalarla da kendini gösteriyor. Az eğitimli erkekler fiziksel şiddeti tercih ederken, yüksek eğitimli erkekler aşağılamayı, hakareti tercih ediyor.
Feminizm
Greer'e göre "Özgür Kadın" toplumun çeşitli kurumlarının, erkek etkili kuruluş ve yönelimlerinin etkisinde kalmayan, doğallığını koruyan kadın. İkibinli yılların feminist kadınının, bedeni ve kendisi ile barışık, bedenini düşmanı değil, dostu ve müttefiki olarak algılaması gerektiğini söylüyor. "Yeni feminizm" akımının değil karaya ayak basmak, hâlâ denizlere çıkacak kara parçası aradığını söylüyor. Çünkü feminizm bir devrimse, kadınlar ona ancak hizmet edebilirler, onu yönetecek güce henüz sahip değiller.
Çalışma Hayatında Kadın
Feminist hareketin başarısı olarak görülen kadın boksörler, kadın polisler, kadın askerler, yönetim kurullarındaki, parlamentodaki kadınlar aslında kadınlara satılan "sahte eşitlik" ilkesinin sonucunda, erkeklerle aynı safta çalışmaya başladı kadınlar. Ve sanki savaşta gibiler. Feminizmin yapmak istediği bu değildi. Feminizmin amaçladığı belli alanlarındaki erkek egemenliğini kırmaktı. Kadınların erkeklere ait alanlarda çalışmaları onlara özgürlük değil tersine bir yük getirdi. Çalışma alanında kadınlara verilen düşük ücretler, saldırılar, haklarının yenilmesi, işe alınmamalar gibi durumlar kadına ayrı bir stres getirdi. Buna iş dışındaki yaşamın, annelik, karılık gibi yükleri de eklenince kadın yıpranmaya başladı.
Üstelik modern yaşamın getirdiği nimetler de kadının işini hafifleteceğine, tersine yükünü daha da arttırdı. Greer, çamaşır makinelerinin bile ortadan kaldırılmasını savunuyor. Ona göre annelerimiz temizliğe daha az zaman harcarlarmış, hem de çamaşır, bulaşık makinesi kullanmadan. Çünkü yıllar boyunca temizlik standartlarındaki değişmeler, temizliğe ayrılan zamanı arttırmış. Kadınlar reklamlarda gösterilen bakteriler için ayrı, sudaki kireç için ayrı, lekeler için ayrı, beyazın beyazı için ayrı deterjanların reklamını gördükçe, temizlik hastalıkları daha da kötüleşiyor. Erkekler etraflarında ne olduğu ile ilgilenmezken, kadın tuvaletin kapağının altındaki görünmez bakterilerle, bitmez tükenmez bir savaşa giriyor.
Kadınların Kızkardeşliği
Greer yeni feminizmi de elden geçiriyor. Ona göre kadınların kardeşliği, eninde sonunda görünür olmak zorundaydı. Görünürlük örgütlenmeyi gerektirecek, örgütlenme lider arayışını doğuracak, bu da bireyler arasında yarışmaya yol açacaktı. Kadın özgürlük hareketinin "Baş Rahibesi" olarak bilinen Greer, bu rekabetin sonucunda feministlerin birbirlerinin kuyusunu kazmaya yöneldiklerini, bunun sonucunda farklı feminist akımlar oluştuğunu söylüyor. Kadınların kızkardeşliği kavramını kabul eden her feministin, bütün feminist akımları da kabul etmesini gerektirdiğini söyleyen Greer, bunun sonucunda her tür sınıf ve etnik gruba ait kadınların birbirine yaklaştığını da ekliyor.
Eski feminizm kavramında yer almayan şefkat ve ilgi gibi kavramların da yeniden gözden geçirilmesini, gündeme alınmasını öğütleyen Greer, eski feminizmin kadını kadınsılıktan çıkararak erkeksi görünüme ve davranışlara ittiğini, bunun sonucunda doksanlı yıllarda android tipli düz göğüslü, erkek gibi davranan, erkek meslekdaşları ile publarda içen, küfür eden bir kadın tipinin oluştuğunu, bununsa annelik, eşlik kavramlarına ters düştüğünü, kadının kendisiyle sürekli çelişki halinde olduğunu vurgulayarak bir anlamda da kendisi ile çelişkiye düşüyor. Greer başından beri hep aynı şeyi söyledi. "Başkası gibi olmaya çalışmayın, kendiniz olun. Kendi özgür iradenizi tanıyın, kendi bildiğinizi söyleyin." Kendisi de başından beri bunu böyle yaptı.
kadinlar.com - 04 Ekim 2001
Germaine Greer otuz yıl önce "İğdiş Edilmiş Kadın-The Female Eunuch" adlı kitabını yayımladığında yer yerinden oynamıştı. Kadınların yüksek sesle konuşmalarının bile garip karşılandığı bir dönemde, bir kadının çıkıp, uluorta hem de yüksek sesle "meme"lerden, "kıç"lardan, "seks"ten, "penis"ten söz etmesi akıl alacak iş değildi. O dönemler Warwick Üniversitesi'nde profesör olan Greer, kısa sürede feminizmin güçlü seslerinden biri haline geldi. "İğdiş Edilmiş Kadın" (Türkçeye çevrildi-Pencere Yayınları) kısa sürede inanılmaz satış rekorları kırdığı gibi, kendisine de "Feminizmin Başrahibesi" unvanını kazandırdı.
Bugün altmış yaşın üzerinde olan Greer'in uzun süredir sesi soluğu çıkmıyordu. Batıda bolca tartışma yaratan yeni kitabı "The Whole Woman-Tam Kadın" şu sözcüklerle açılıyor: "Bütün kadınlar bilir ki; başardıkları ne olursa olsun, eğer güzel değilse başarısızdır. Ve kadın yine bilir ki; var olan güzelliğini de gün be gün yitirmektedir." Kitap "kadınların eşitliği"nden çok "kadınların özgürlüğü" kavramına adanmış. Greer, eşit haklar kavramı üzerinde duruyor ve eşitlikle özgürlüğün aynı şey olmadığını söylüyor. Eşitlik konformizme eşdeğer düşünülürken, özgürlük ideolojik kavramında ele alınıyor. Greer eşitlik kavramının kadınlara mutluluk ve özgürlük getirmediğini, tersine ona yeni baskılar getirerek yükünü arttırdığını söylüyor. Greer'in kitabından bazı anabaşlıklar şöyle:
Histerektomi
Amerika'da kadınların üçte birinin 60 yaşından önce, İngiltere'de ise beşte birinin 65 yaşından önce rahimlerini aldırdığını söyleyen Greer, "Böyle giderse şu anda Kaliforniya'da yaşayan kadınların ancak yarısı rahimleri ile birlikte gömülecekler" diyor. Greer'in rahim anomalilerini gidermek amacı ile yapılan histerektomilere bir itirazı yok. Onun kabul edemediği rahim sancısını kesmek amacı ile yapıldığı söylenenler. Kadın bedeninin önemli bir organını sanki bir apseymiş gibi duyarsızca alan zihniyete şiddetle karşı çıkıyor Greer.
Kadın Bedeni ve Selülit
Greer kadının takıntılı bir biçimde kıllarını alması, kilo vermeye uğraşması, selülitlerini yok etmeye çalışmasının hep medyanın daha güzel, daha ince, daha alımlı ve daha bakımlı bir kadın kışkırtmalarının sonucunda oluştuğunu söylüyor. Kadının ne yaparsa yapsın kendisini güzel hissedemeyeceğini vurgulayan Greer şöyle diyor "Kılları hep alınması gerekecek kadar uzun, kiloları hep fazla, yeterince kilo verdiğinde ise ya göğüsleri küçük, ya kalçaları, ya burnu bozuk, ya dudakları."
Greer selülitler konusunda da şunları söylüyor. "Selülit, derinin altındaki yağ dokusu. Genetik yapıya bağlı olarak kimi kadınlarda düz ve gergin bir biçimde olan bu doku kimi kadınlarda gevşek ve yumuşak oluyor. Gevşek ve yumuşak yağ dokusuna sahip olan bu kadınlar, selülitlerini yok etmek için sürekli savaş halindeler. Oysa selülit genetik bağlantılı. Bebeklerin poposuna bakın, kimi düz ve gergin, kimi pürüzlü. Bebekler hayatlarında çikolata yemişler mi, sigara, içki ve kahve çay tüketmişler mi? Neden selülitlerinizi ve bedeninizi sevmeyi denemiyorsunuz? Böylece özel, sağlıklı yaşam antrenörlerinden oluşan ordunun da altın madenini kurutmuş olursunuz.
Kadın ve Güzellik
Güzellik kavramı öyle bir temelde oturtulmuş ki, kadın, sürekli olarak vücudunu şekle sokması gereken çirkin bir obje olarak görülüyor. Her tür çağda kadın güzellik anlayışı değiştirilip, kadının kendini çirkin olarak algılaması sağlanıyor. Günümüzde ideal vücut ölçülerine sahip kadına örnek olarak yaratılan Barbie kavramı, dünyanın geniş omuzlu, koca kalçalı, kısa bacaklı, geniş vücutlu normal kadınlarını kendi vücudundan nefret etmeye yöneltiyor.
Kadınların güzelleşmek uğruna harcadıkları zaman inanılmaz diyen Greer şu örnekleri veriyor: "Bakın Demi Moore'a, günde dört saat egzersiz yapıyor, bacak dış kasları için ayrı, iç kasları için ayrı, sırt için ayrı, karın için ayrı. Tam dört saatini bu işe harcıyor. Bütün bu gayretler onu dal gibi incecik tutuyor, ama evliliğini kurtarmaya yetiyor mu?
Estetik Ameliyatlar
"Önceleri yalnızca burun ve göğüs alanlarıyla sınırlı olan estetik ameliyatları bugün öylesine yaygınlaştı ki, sırf İngiltere'de yılda 65.000 kozmetik amaçlı ameliyat yapılıyor. Artık kadınların her yanı değiştirilip, güzelleştiriliyor.
Barbie Bebekler
Günümüz kadınına kendine örnek alması gereken imaj gibi sunulan Barbie bebeklerden nefretini gizlemiyor: "25 yıl kadar önce bir Alman seks oyuncağı olan Lilli'den türetilen 20-25 cm boyundaki Barbie bebek, yerini öyle sağlamlaştırdı ki, Amerika'da 3-11 yaş arası kızların ortalama sekiz, İngilizlerin ise altı Barbie bebeği var. Her yıl 120 yeni giysisi üretilen Barbie'nin kedisi, köpeği, kuşu, mutfağı, banyosu, terası var."
Bu kadar geniş bir pazara sahip olan Barbie'nin üretimi de büyük bir köle ticaretini gerektiriyor. Çin'de Guangdong bölgesindeki iki dev fabrikada çalışan 11.000 kadın üretiyor Barbie'yi. 1959 yılında üretilmeye başlanan Barbie, o günden beri en gözde oyuncak statüsünü hiç kaptırmamış. Greer'in kadınlara öğüdü; "Barbie gibi bir imaj edinmeye çalışacaklarına, Barbie'yi üretirken sömürülen kız çocukları ile ilgilensinler."
Kadın ve Sevgi
Baba sevgisi, eş sevgisi, çocuk sevisi konularında kadının hep karşılıksız bırakıldığını söyleyen Greer, kadının hep veren, hep fedakarlık eden olduğunu, oysa bunun karşılığını alamadığını, sonuçta da düş kırıklığına uğradığını vurguluyor. Erkeğin sevgisizliğinin kendini kadına göre üstün görmesinden kaynaklandığını, bunun ne yapılırsa yapılsın değiştirilemeyeceğini öne sürüyor. Ona göre karısına sevgi ve şefkat gösteren erkek bile, bir anlamda ya yapay davranıyordur, ya da çok sünepe, zayıf bir erkektir. Normal bir erkeğin karısına ilgi ve şefkat göstermesi mümkün değildir.
Kadın ve Şiddet
Greer'e göre erkekler, kadınlardan nefret ediyorlar ama kadınların bundan haberi yok. Bunun en iyi örneği, kocalarından dayak yiyen kadınlar. Erkekler zayıf kadınlara sürekli eziyet ediyorlar. İngiltere'de her üç kadından biri evinde şiddete maruz kalıyor. Dövülüyor, yumruklanıyor, boğazı sıkılıyor, ya da istemediği halde sekse zorlanıyor. Şiddet tehditler, hakaretler, aşağılamalarla da kendini gösteriyor. Az eğitimli erkekler fiziksel şiddeti tercih ederken, yüksek eğitimli erkekler aşağılamayı, hakareti tercih ediyor.
Feminizm
Greer'e göre "Özgür Kadın" toplumun çeşitli kurumlarının, erkek etkili kuruluş ve yönelimlerinin etkisinde kalmayan, doğallığını koruyan kadın. İkibinli yılların feminist kadınının, bedeni ve kendisi ile barışık, bedenini düşmanı değil, dostu ve müttefiki olarak algılaması gerektiğini söylüyor. "Yeni feminizm" akımının değil karaya ayak basmak, hâlâ denizlere çıkacak kara parçası aradığını söylüyor. Çünkü feminizm bir devrimse, kadınlar ona ancak hizmet edebilirler, onu yönetecek güce henüz sahip değiller.
Çalışma Hayatında Kadın
Feminist hareketin başarısı olarak görülen kadın boksörler, kadın polisler, kadın askerler, yönetim kurullarındaki, parlamentodaki kadınlar aslında kadınlara satılan "sahte eşitlik" ilkesinin sonucunda, erkeklerle aynı safta çalışmaya başladı kadınlar. Ve sanki savaşta gibiler. Feminizmin yapmak istediği bu değildi. Feminizmin amaçladığı belli alanlarındaki erkek egemenliğini kırmaktı. Kadınların erkeklere ait alanlarda çalışmaları onlara özgürlük değil tersine bir yük getirdi. Çalışma alanında kadınlara verilen düşük ücretler, saldırılar, haklarının yenilmesi, işe alınmamalar gibi durumlar kadına ayrı bir stres getirdi. Buna iş dışındaki yaşamın, annelik, karılık gibi yükleri de eklenince kadın yıpranmaya başladı.
Üstelik modern yaşamın getirdiği nimetler de kadının işini hafifleteceğine, tersine yükünü daha da arttırdı. Greer, çamaşır makinelerinin bile ortadan kaldırılmasını savunuyor. Ona göre annelerimiz temizliğe daha az zaman harcarlarmış, hem de çamaşır, bulaşık makinesi kullanmadan. Çünkü yıllar boyunca temizlik standartlarındaki değişmeler, temizliğe ayrılan zamanı arttırmış. Kadınlar reklamlarda gösterilen bakteriler için ayrı, sudaki kireç için ayrı, lekeler için ayrı, beyazın beyazı için ayrı deterjanların reklamını gördükçe, temizlik hastalıkları daha da kötüleşiyor. Erkekler etraflarında ne olduğu ile ilgilenmezken, kadın tuvaletin kapağının altındaki görünmez bakterilerle, bitmez tükenmez bir savaşa giriyor.
Kadınların Kızkardeşliği
Greer yeni feminizmi de elden geçiriyor. Ona göre kadınların kardeşliği, eninde sonunda görünür olmak zorundaydı. Görünürlük örgütlenmeyi gerektirecek, örgütlenme lider arayışını doğuracak, bu da bireyler arasında yarışmaya yol açacaktı. Kadın özgürlük hareketinin "Baş Rahibesi" olarak bilinen Greer, bu rekabetin sonucunda feministlerin birbirlerinin kuyusunu kazmaya yöneldiklerini, bunun sonucunda farklı feminist akımlar oluştuğunu söylüyor. Kadınların kızkardeşliği kavramını kabul eden her feministin, bütün feminist akımları da kabul etmesini gerektirdiğini söyleyen Greer, bunun sonucunda her tür sınıf ve etnik gruba ait kadınların birbirine yaklaştığını da ekliyor.
Eski feminizm kavramında yer almayan şefkat ve ilgi gibi kavramların da yeniden gözden geçirilmesini, gündeme alınmasını öğütleyen Greer, eski feminizmin kadını kadınsılıktan çıkararak erkeksi görünüme ve davranışlara ittiğini, bunun sonucunda doksanlı yıllarda android tipli düz göğüslü, erkek gibi davranan, erkek meslekdaşları ile publarda içen, küfür eden bir kadın tipinin oluştuğunu, bununsa annelik, eşlik kavramlarına ters düştüğünü, kadının kendisiyle sürekli çelişki halinde olduğunu vurgulayarak bir anlamda da kendisi ile çelişkiye düşüyor. Greer başından beri hep aynı şeyi söyledi. "Başkası gibi olmaya çalışmayın, kendiniz olun. Kendi özgür iradenizi tanıyın, kendi bildiğinizi söyleyin." Kendisi de başından beri bunu böyle yaptı.
kadinlar.com - 04 Ekim 2001
Kadınlar & Eğitim
Bitmeyen Mücadele
Bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de kadınlar, eğitim hakkını mücadele ederek aldılar; bu hak, onlardan esirgenmişti. Tanzimat dönemi ile birlikte ilk kız okulları açılmaya başladı. 1842'de Avrupa'dan getirilen ebe kadınların, Tıbbiye'ye verdikleri kurslarla başlayan kadınlara mesleki eğitim çalışmaları, 1858'de ilk kız rüştiyelerinin açılması ile yeni bir evreye girdi. Ancak kadın öğretmen yoktu ve kız çocukların erkek öğretmenlerle bir arada bulunmaları hoş karşılanmıyordu. 1860'larda ilk kız öğretmen okulları açıldı. 1869'da Yedikule'de kadınlar için mesleki eğitime yönelik ilk Kız Sanayi Mektebi açıldı. Bunu, 1878'de Üsküdar Kız Sanayi Mektebi ve 1879'da Aksaray ve Cağaloğlu Kız Sanayi Mektebleri izledi. Okulların sayısının artmasında kadınların, kız okullarının açılması, kız çocuklarının eğitim giderlerinin karşılanması taleplerini sürekli gündemde tutmasının da rolü vardı.
1913'te Kız Rüştiyeleri altı yıllık kız okulları haline getirildi ve aynı yıl Redif Paşa Konağı'nda ilk kız lisesi açıldı. İstanbul dışında kız liselerinin açılması için 1922'yi beklemek gerekecekti. 7 Şubat 1914'te Darülfünün'un (bugünkü İstanbul Üniversitesi) Konferans Salonu'nda haftada dört gün olmak üzere kadınlara açık konferanslar verilmeye başlanıldı. Üniversiteye kadın öğrenciler 12 Eylül 1914'te alınmaya başlandı ve edebiyat, matematik, tabiat ve güzel sanatlar derslerinin verildiği İnas Darülfünunu (Kadın Üniversitesi) açıldı.
1921'de kız öğrenciler, erkek öğrencilerin sınıflarını işgal ederek, erkeklerle birlikte derse girmeyi talep ettiler. Bu boykot sonucunda üniversitede karma eğitim başladı. Nihayet 3 Mart 1924'te Tevhidi Tedrisat Kanunu yürürlüğe girdi. Kız ve erkek öğrenciler aynı eğitim sistemi içine alındı.
Ancak eğitim sisteminde eşitlik yönünde gerçekleştirilen bu yasal düzenlemeler, güncel yaşamda beklenen sonuçları vermedi. Kız öğrencilerin sayısı, bugün bile erkek öğrencilere oranla oldukça düşük. Ayrıca, erkeklerle aynı eğitimi alan kız mezunlar da, pratik yaşamda geleneksel ve hatta bürokratik engellerle karşılaşıyorlar. İlgili fakülte eğitimini başarıyla tamamlamış kadınların, 1989 yılına kadar kaymakam olarak atanmaması, bu engellemelerden sadece biri.
Kaynak
Kadın Eserleri Kütüphanesi
2000 Ajandası
kadinlar.com - 04 Ekim 2001
Bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de kadınlar, eğitim hakkını mücadele ederek aldılar; bu hak, onlardan esirgenmişti. Tanzimat dönemi ile birlikte ilk kız okulları açılmaya başladı. 1842'de Avrupa'dan getirilen ebe kadınların, Tıbbiye'ye verdikleri kurslarla başlayan kadınlara mesleki eğitim çalışmaları, 1858'de ilk kız rüştiyelerinin açılması ile yeni bir evreye girdi. Ancak kadın öğretmen yoktu ve kız çocukların erkek öğretmenlerle bir arada bulunmaları hoş karşılanmıyordu. 1860'larda ilk kız öğretmen okulları açıldı. 1869'da Yedikule'de kadınlar için mesleki eğitime yönelik ilk Kız Sanayi Mektebi açıldı. Bunu, 1878'de Üsküdar Kız Sanayi Mektebi ve 1879'da Aksaray ve Cağaloğlu Kız Sanayi Mektebleri izledi. Okulların sayısının artmasında kadınların, kız okullarının açılması, kız çocuklarının eğitim giderlerinin karşılanması taleplerini sürekli gündemde tutmasının da rolü vardı.
1913'te Kız Rüştiyeleri altı yıllık kız okulları haline getirildi ve aynı yıl Redif Paşa Konağı'nda ilk kız lisesi açıldı. İstanbul dışında kız liselerinin açılması için 1922'yi beklemek gerekecekti. 7 Şubat 1914'te Darülfünün'un (bugünkü İstanbul Üniversitesi) Konferans Salonu'nda haftada dört gün olmak üzere kadınlara açık konferanslar verilmeye başlanıldı. Üniversiteye kadın öğrenciler 12 Eylül 1914'te alınmaya başlandı ve edebiyat, matematik, tabiat ve güzel sanatlar derslerinin verildiği İnas Darülfünunu (Kadın Üniversitesi) açıldı.
1921'de kız öğrenciler, erkek öğrencilerin sınıflarını işgal ederek, erkeklerle birlikte derse girmeyi talep ettiler. Bu boykot sonucunda üniversitede karma eğitim başladı. Nihayet 3 Mart 1924'te Tevhidi Tedrisat Kanunu yürürlüğe girdi. Kız ve erkek öğrenciler aynı eğitim sistemi içine alındı.
Ancak eğitim sisteminde eşitlik yönünde gerçekleştirilen bu yasal düzenlemeler, güncel yaşamda beklenen sonuçları vermedi. Kız öğrencilerin sayısı, bugün bile erkek öğrencilere oranla oldukça düşük. Ayrıca, erkeklerle aynı eğitimi alan kız mezunlar da, pratik yaşamda geleneksel ve hatta bürokratik engellerle karşılaşıyorlar. İlgili fakülte eğitimini başarıyla tamamlamış kadınların, 1989 yılına kadar kaymakam olarak atanmaması, bu engellemelerden sadece biri.
Kaynak
Kadın Eserleri Kütüphanesi
2000 Ajandası
kadinlar.com - 04 Ekim 2001
Kadın Özgürlüğü & Dinler
Tek tanrılı dinlerden çok önce, çok tanrılı dinler zamanında kadın yüceltilebileceği kadar yüceltilmişti. Kadın tanrıçaların varlığı kadının her alanda kendisini göstermesine yol açmış ve kadın savaşçılar, kadın kahramanlarla dolu bir tarih yaratılmıştı.
Oysa tek tanrılı dinlerle birlikte kadının durumunun tam tersine dönerek alçaltılabileceği kadar alçaltıldığına tanık oluyoruz. Hz. Musa'nın (kitabı: Tevrat, Eski Ahit) dini, dişi tanrıların bulunmadığı ilk din. Tanrı erkeği kendi suretine benzeterek, kadını ise onun kaburga kemiklerinden birinden yarattığı anda eşitsizlik başlıyor. Kadının yaratılma gerekçesi bile onur kırıcı: Adem, hayvanlar arasında kendisine uygun bir yardımcı bulamadığı için yaratılmış Kadın.
Akılsız Havva, yasak meyveyi yediği zaman, Rab Allah onunla şöyle konuşuyor:
"Zahmetini ve gebeliğini ziyadesiyle çoğaltacağım, ağrı ile evlat doğuracaksın ve arzun kocana olacak, o da sana hákim olacaktır." (Tekvin)
Burada kadının hakimi belirlenmiş durumdadır artık.
Aziz Pavlus, Korintoslulara I. Mektup'ta şöyle diyor:
"... Her erkeğin başı Mesih ve kadının başı erkek, ve Mesih'in başı Allah'tır."
Bakın bir alt kademede Aziz Augistinus tarafından bu nasıl yorumlanıyor:
"Erkek, sen efendisin, kadın senin kölendir. Tanrı böyle istedi."
Hiyerarşik yapı belirlenmiş durumdadır şimdi.
Aslında Kur'an'da kadınların lehine birçok ayet vardır, ama erkek yorumcular bunlardan değil, başka ayetlerden düşünce ve yöntem üretmişlerdir:
"Erkekler kadınlar üzerinde hakimdirler. İtaat dairesinden çıkmalarından korktuğunuz kadınlara nasihat edin, yatağınızı ayırın, hafifçe dövün..." (Nisa, 54)
"Erkeklerin hakkı, onlardan bir derece fazladır." (Bakara, 228)
"Kadınlarınız, çocuk yetiştiren ekin tarlalarınızdır. Tarlanızı istediğiniz gibi kullanınız." (Bakara, 228)
Hadislerde ve ictihatlarda bu hükümler giderek ağırlaşacaktır.
Hiyerarşik yapıda filozofları da kadınlara saldırmaktadırlar. Erasmus'a göre kadın; "bir hayvan, açıkça deli ve saçma bir hayvan"dır. Platon da kadın düşmanıdır, Nietzsche de...
Sanatçıların, aralarında kadınlar da olmak üzere yazarların kadın düşmanlığı çarpıcıdır: "Dünyada, bir kadından daha beter bir şey olamaz, tabii başka bir kadın hariç." (Aristophanes)
Fakat kadınlar da artık boyun eğmiyorlar. Kilise korkutuculuğunu yitirmeye başlamış durumda. Batı'da yasalar sayesinde özgürleşmeye başlayan kadınlar, gerekli esnekleşmeyi, çağdaşlaşmayı gösteremeyen Kilise'den giderek uzaklaşıyorlar. Özde Hıristiyan kalsalar da Roma'dan giderek uzaklaşıyorlar. Kilise kadınları yitirmek istemiyorsa, değişmek zorunda.
İslam dünyasında ise, kadınların aralarında Faslı kadınlar gibi özgürlüğü köle kalma özgürlüğü olarak anlayanlar var. Çarşaf altında güneş görmedikleri için Afganlı kadınların kemikleri eriyor.
Ülkemizde ise, kadınlarımız Cumhuriyet'in koruyucu şemsiyesi altında. Erkeklerimiz kadın dövme yarışmasında dünya birincisi olsalar da... Türkiye'de kadınların bir kesimi kadın düşmanı libidoyu alt edip özgürleşmek, bir kesimi ise Faslılaşmak, Afganlaşmak istiyor. İki kutup aynı potada yol katetmekteler.
Burada durup düşünüyorum, düşünürken tek tanrılı dinleri Erkek dinleri diye düşündüğümü farkediyorum.
Kaynak: kadinlar.com - 04 Ekim 2001
Oysa tek tanrılı dinlerle birlikte kadının durumunun tam tersine dönerek alçaltılabileceği kadar alçaltıldığına tanık oluyoruz. Hz. Musa'nın (kitabı: Tevrat, Eski Ahit) dini, dişi tanrıların bulunmadığı ilk din. Tanrı erkeği kendi suretine benzeterek, kadını ise onun kaburga kemiklerinden birinden yarattığı anda eşitsizlik başlıyor. Kadının yaratılma gerekçesi bile onur kırıcı: Adem, hayvanlar arasında kendisine uygun bir yardımcı bulamadığı için yaratılmış Kadın.
Akılsız Havva, yasak meyveyi yediği zaman, Rab Allah onunla şöyle konuşuyor:
"Zahmetini ve gebeliğini ziyadesiyle çoğaltacağım, ağrı ile evlat doğuracaksın ve arzun kocana olacak, o da sana hákim olacaktır." (Tekvin)
Burada kadının hakimi belirlenmiş durumdadır artık.
Aziz Pavlus, Korintoslulara I. Mektup'ta şöyle diyor:
"... Her erkeğin başı Mesih ve kadının başı erkek, ve Mesih'in başı Allah'tır."
Bakın bir alt kademede Aziz Augistinus tarafından bu nasıl yorumlanıyor:
"Erkek, sen efendisin, kadın senin kölendir. Tanrı böyle istedi."
Hiyerarşik yapı belirlenmiş durumdadır şimdi.
Aslında Kur'an'da kadınların lehine birçok ayet vardır, ama erkek yorumcular bunlardan değil, başka ayetlerden düşünce ve yöntem üretmişlerdir:
"Erkekler kadınlar üzerinde hakimdirler. İtaat dairesinden çıkmalarından korktuğunuz kadınlara nasihat edin, yatağınızı ayırın, hafifçe dövün..." (Nisa, 54)
"Erkeklerin hakkı, onlardan bir derece fazladır." (Bakara, 228)
"Kadınlarınız, çocuk yetiştiren ekin tarlalarınızdır. Tarlanızı istediğiniz gibi kullanınız." (Bakara, 228)
Hadislerde ve ictihatlarda bu hükümler giderek ağırlaşacaktır.
Hiyerarşik yapıda filozofları da kadınlara saldırmaktadırlar. Erasmus'a göre kadın; "bir hayvan, açıkça deli ve saçma bir hayvan"dır. Platon da kadın düşmanıdır, Nietzsche de...
Sanatçıların, aralarında kadınlar da olmak üzere yazarların kadın düşmanlığı çarpıcıdır: "Dünyada, bir kadından daha beter bir şey olamaz, tabii başka bir kadın hariç." (Aristophanes)
Fakat kadınlar da artık boyun eğmiyorlar. Kilise korkutuculuğunu yitirmeye başlamış durumda. Batı'da yasalar sayesinde özgürleşmeye başlayan kadınlar, gerekli esnekleşmeyi, çağdaşlaşmayı gösteremeyen Kilise'den giderek uzaklaşıyorlar. Özde Hıristiyan kalsalar da Roma'dan giderek uzaklaşıyorlar. Kilise kadınları yitirmek istemiyorsa, değişmek zorunda.
İslam dünyasında ise, kadınların aralarında Faslı kadınlar gibi özgürlüğü köle kalma özgürlüğü olarak anlayanlar var. Çarşaf altında güneş görmedikleri için Afganlı kadınların kemikleri eriyor.
Ülkemizde ise, kadınlarımız Cumhuriyet'in koruyucu şemsiyesi altında. Erkeklerimiz kadın dövme yarışmasında dünya birincisi olsalar da... Türkiye'de kadınların bir kesimi kadın düşmanı libidoyu alt edip özgürleşmek, bir kesimi ise Faslılaşmak, Afganlaşmak istiyor. İki kutup aynı potada yol katetmekteler.
Burada durup düşünüyorum, düşünürken tek tanrılı dinleri Erkek dinleri diye düşündüğümü farkediyorum.
Kaynak: kadinlar.com - 04 Ekim 2001
15 Eylül 2001 Cumartesi
Merve İldeniz Röportajı
1. Türkiye'de yaşanan cinselliğe bakış açınız nedir?
Cinselliğin, kişilere özel birşey olduğunu düşünüyorum ve uluorta her yerde konuşulmasını sakıncalı buluyorum. Tabi ki cinsellikte bir takım yanlışların aşılabilmesi için, eğitimin önemine inanıyorum ama, konuya her önüne gelenin, profesyonel olmayan bir şekilde yaklaşıp, insanları hatalı davranışlara itebilme olasılığından çekiniyorum. Bazı olması gerekenler, olmaması gereken yerlerde tartışıldığı için bazen dejenerasyon yaşanabiliyor. Uçurumlar bana, bir şeylerin doğru gitmediğini düşündürüyor. Bir yandan küçücük yaşta zorla evlendirilen ve hiçbir hakka sahip olamayıp, genç yaşta bir kaç çocuk annesi olan çocuk-kadınlar; diğer yanda her gece barlarda içki içip, başka insanların kollarında mutluluğu aramaya çalışanlar.... Sayılar az olsa da bir uçurum oluşturmaya yetiyor.
2. Sizce Türk kadınları cinselliğini rahatça yaşayabiliyor mu?
Deminki soruyla paralel olarak, genelde bunun yaşanabildiğini düşünmüyorum, çünkü iletişim sorunlarının aşılabildiğini düşünmüyorum, ama tabi ki, bu, kişinin kendisi bağlayan bir olay ve doğru yaşayan, doğruya yakın yaşayan, hatalı yaşayan, çok yanlış yaşayan ve yaşayamayan kesimler var.
3. Evlilik öncesi birlikte yaşamanın evliliğe olumlu etkisi var mı?
Evlilik öncesi birlikte yaşamayı, kişilerin karakterlerini gösterebilmesi ve ev içi hallerini açığa çıkarması yönünden faydalı buluyorum ama, tabii bazı şartları var. Kişilerin rol yapmadan, kendileri olabilmesi (genelde kadınları ilgilendiren kısım); evlendikten sonra onları sorunlardan koruyacak, hiç anlaşılamaması halinde de eşleri hatalı bir evlilikten kurtaracaktır. Evlilik zor bir kurum, bazen yıllar sonra anlaşamayıp ayrılanlar var. Birlikte yaşansın ya da yaşanmasın; kendini saklamayan insan doğruyu daha çabuk bulacaktır.
4. Erkekler cinsellik konusunda gerçekten sanıldığı gibi özgürler mi?
Eminim ki, bu konuda bir genelleme yapmak bana düşmez, çünkü araştırma yapmadım ama, inancım şu ki; erkekler bu olayı kadınlarla yaşamak zorunda oldukları için, kadınlar özgürce yaşamadan, onlar da gerçek anlamda özgür olamayacaklar. Özgürlükten kasıt, her önüne gelenle olmak değil elbette, istediği tarzda..., hayal ettiği duygusal ve fiziksel güzellikte ...
5. Evli olduğunuz halde başka biriyle ilişkiye girmek için ne gibi bir neden olabilir?
Hiç bir aldatanın bundan zevk aldığına inanmıyorum. Bu bence kararsızlık, mutsuzluk ve değişik sebepli buhranlar sırasında, insanın kendinden kaçıp, sorunlarıyla yüzleşmeyip, kısaca kendini atlatarak, başına sarabileceği ve sonunda, mutlaka kendisini kötü etkileyecek olan bir deneyimdir. Sorunlarını bekletmeden irdeleyebilen ve kişilik problemi yaratmadan çözmeye çalışan çiftlerin arasında yaşanabileceğine inanmıyorum. İletişimin kopmadığı ilişkilerde, eşlerin birbirlerine olan sevgi, ilgi ve aşkları kendilerini tatmin edemez hale gelmişse ve eğer sorunlarına bir çare bulamıyorlarsa, aldatma gibi işleri daha da kötüye götürebilecek olan bir deneyim yaşamadan da birbirlerine söyleyebilir ve gerekirse birbirlerine şans dileyerek, hayat arkadaşlarını aramaya devam edebilirler... Evlilikte yaşanılan ve devamlı bastırılan başka başka sorunların birikmesi ve eşlerin birbirleriyle konuşamaması, böyle bir sonuca yol açabilir. Bu durumda, zaten her şey baştan yalnış olduğu için, aldatmayı da doğru bulmuyorum. O yüzden aklı başında, kendi ve eşi ile iletişimini koparmamış bir insanın, evlilikte başka biriyle ilişkiye girmek için bir nedeni olmamalı diye düşünüyorum.
6. Eşcinsellik konusundaki düşünceleriniz nelerdir?
İnsanın hissetmediği, mutlu olmadığı, kendisine bir takım baskılar kurarak, hayatını yaşamaya çalışmasını hiç bir şekilde doğru bulmadığım için, ben, duygu olarak anlayamasam da, kendisini başka bir cinsmiş gibi hisseden insanların, bunu kimseyi taciz ya da rahatsız etmeden yaşamaları gerektiğini düşünüyorum. Çünkü baskı, hem onları değiştirmeye yetmeyip, mutsuz kılacak; hem de tuhaf patlamalarla dışarıya vurarak, kişiliklerini de bozup vahşileştirecektir. Her insanın sevgiye, anlayışa ve kabule ihtiyacı vardır. Eşcinselliğini farkederek, kendi yolunu çizebilmiş ve bunu acı-tatlı yanlarıyla hayatına adapte edebilmiş insanlara saygı duyuyorum. Herhalde kimse, hissetmediği bir duygu adına toplumsal dışlanmalarla yüzleşmeyi tercih etmez diye düşünüyorum. Anlayışlı olunması gerekir. Böylece eşcinsel insanlar da ruhsal olarak rahata kavuşup, kimi zaman toplumu rahatsız edebilen taşkınlıklardan kendilerini kurtarabileceklerdir. Huzur için, anlayış yani...
kadinlar.com - 15 Eylül 2001
Cinselliğin, kişilere özel birşey olduğunu düşünüyorum ve uluorta her yerde konuşulmasını sakıncalı buluyorum. Tabi ki cinsellikte bir takım yanlışların aşılabilmesi için, eğitimin önemine inanıyorum ama, konuya her önüne gelenin, profesyonel olmayan bir şekilde yaklaşıp, insanları hatalı davranışlara itebilme olasılığından çekiniyorum. Bazı olması gerekenler, olmaması gereken yerlerde tartışıldığı için bazen dejenerasyon yaşanabiliyor. Uçurumlar bana, bir şeylerin doğru gitmediğini düşündürüyor. Bir yandan küçücük yaşta zorla evlendirilen ve hiçbir hakka sahip olamayıp, genç yaşta bir kaç çocuk annesi olan çocuk-kadınlar; diğer yanda her gece barlarda içki içip, başka insanların kollarında mutluluğu aramaya çalışanlar.... Sayılar az olsa da bir uçurum oluşturmaya yetiyor.
2. Sizce Türk kadınları cinselliğini rahatça yaşayabiliyor mu?
Deminki soruyla paralel olarak, genelde bunun yaşanabildiğini düşünmüyorum, çünkü iletişim sorunlarının aşılabildiğini düşünmüyorum, ama tabi ki, bu, kişinin kendisi bağlayan bir olay ve doğru yaşayan, doğruya yakın yaşayan, hatalı yaşayan, çok yanlış yaşayan ve yaşayamayan kesimler var.
3. Evlilik öncesi birlikte yaşamanın evliliğe olumlu etkisi var mı?
Evlilik öncesi birlikte yaşamayı, kişilerin karakterlerini gösterebilmesi ve ev içi hallerini açığa çıkarması yönünden faydalı buluyorum ama, tabii bazı şartları var. Kişilerin rol yapmadan, kendileri olabilmesi (genelde kadınları ilgilendiren kısım); evlendikten sonra onları sorunlardan koruyacak, hiç anlaşılamaması halinde de eşleri hatalı bir evlilikten kurtaracaktır. Evlilik zor bir kurum, bazen yıllar sonra anlaşamayıp ayrılanlar var. Birlikte yaşansın ya da yaşanmasın; kendini saklamayan insan doğruyu daha çabuk bulacaktır.
4. Erkekler cinsellik konusunda gerçekten sanıldığı gibi özgürler mi?
Eminim ki, bu konuda bir genelleme yapmak bana düşmez, çünkü araştırma yapmadım ama, inancım şu ki; erkekler bu olayı kadınlarla yaşamak zorunda oldukları için, kadınlar özgürce yaşamadan, onlar da gerçek anlamda özgür olamayacaklar. Özgürlükten kasıt, her önüne gelenle olmak değil elbette, istediği tarzda..., hayal ettiği duygusal ve fiziksel güzellikte ...
5. Evli olduğunuz halde başka biriyle ilişkiye girmek için ne gibi bir neden olabilir?
Hiç bir aldatanın bundan zevk aldığına inanmıyorum. Bu bence kararsızlık, mutsuzluk ve değişik sebepli buhranlar sırasında, insanın kendinden kaçıp, sorunlarıyla yüzleşmeyip, kısaca kendini atlatarak, başına sarabileceği ve sonunda, mutlaka kendisini kötü etkileyecek olan bir deneyimdir. Sorunlarını bekletmeden irdeleyebilen ve kişilik problemi yaratmadan çözmeye çalışan çiftlerin arasında yaşanabileceğine inanmıyorum. İletişimin kopmadığı ilişkilerde, eşlerin birbirlerine olan sevgi, ilgi ve aşkları kendilerini tatmin edemez hale gelmişse ve eğer sorunlarına bir çare bulamıyorlarsa, aldatma gibi işleri daha da kötüye götürebilecek olan bir deneyim yaşamadan da birbirlerine söyleyebilir ve gerekirse birbirlerine şans dileyerek, hayat arkadaşlarını aramaya devam edebilirler... Evlilikte yaşanılan ve devamlı bastırılan başka başka sorunların birikmesi ve eşlerin birbirleriyle konuşamaması, böyle bir sonuca yol açabilir. Bu durumda, zaten her şey baştan yalnış olduğu için, aldatmayı da doğru bulmuyorum. O yüzden aklı başında, kendi ve eşi ile iletişimini koparmamış bir insanın, evlilikte başka biriyle ilişkiye girmek için bir nedeni olmamalı diye düşünüyorum.
6. Eşcinsellik konusundaki düşünceleriniz nelerdir?
İnsanın hissetmediği, mutlu olmadığı, kendisine bir takım baskılar kurarak, hayatını yaşamaya çalışmasını hiç bir şekilde doğru bulmadığım için, ben, duygu olarak anlayamasam da, kendisini başka bir cinsmiş gibi hisseden insanların, bunu kimseyi taciz ya da rahatsız etmeden yaşamaları gerektiğini düşünüyorum. Çünkü baskı, hem onları değiştirmeye yetmeyip, mutsuz kılacak; hem de tuhaf patlamalarla dışarıya vurarak, kişiliklerini de bozup vahşileştirecektir. Her insanın sevgiye, anlayışa ve kabule ihtiyacı vardır. Eşcinselliğini farkederek, kendi yolunu çizebilmiş ve bunu acı-tatlı yanlarıyla hayatına adapte edebilmiş insanlara saygı duyuyorum. Herhalde kimse, hissetmediği bir duygu adına toplumsal dışlanmalarla yüzleşmeyi tercih etmez diye düşünüyorum. Anlayışlı olunması gerekir. Böylece eşcinsel insanlar da ruhsal olarak rahata kavuşup, kimi zaman toplumu rahatsız edebilen taşkınlıklardan kendilerini kurtarabileceklerdir. Huzur için, anlayış yani...
kadinlar.com - 15 Eylül 2001
Etiketler:
Arşiv,
Eşcinsel,
Eşcinseller,
Eşcinsellik,
Merve İldeniz
13 Temmuz 2001 Cuma
Dr. Erdal Atabek'e Göre Eşcinsellik
Dr. Erdal Atabek, ülkemiz erkeklerinin yerleşik değerler penceresinden yola çıkarak "Belden aşağımız organlarımızın gettosu olmuştur, anüs ise organların paryasıdır" derken, toplumumuzda eşcinsel değerlendirmelere, tabulara yalın bir dil ve çarpıcı ifadeler kullanarak bizim insanlarımızı anlatıyor.
"Türkiye'de genç bir erkeğin en büyük korkusu "ibne sanılmak"tır dersek yanılmış olmayız. Burada anahtar-sözcük "ibne" sözcüğüdür. Bu sözcüğün cinsel sapmayı belirtmekten çok daha fazla işlevi vardır. "İbnelik", "ibnelik etmek" belki de cinsel yönü ile düşünülmeden "kalleşlik etmek", "arkadan vurmak", "en yakın arkadaşını satmak" gibi anlamlar taşır. "Eşcinsel" sözcüğü bu toplumsal anlamları taşımayan; cinsel seçimi farklı, neredeyse modern bir kavramı yansıtır görünüyor. "Eşcinsel" sözcüğü "ibne" sözcüğünün anlamlarıyla eşdeğer değil. Belki bir ölçüde "eşcinsel" sözcüğünün Batılı insanı çağrıştırdığı, bizim dışımızdaki bir anlayışı dile getirdiği bile söylenebilir. Bu yanıyla, bizim dışımızda kaldığı için "meşru" bile kabul edilebilir.
"Homoseksüellik" ise bir tıp terimi gibi görünüyor. Bu terim toplumda ruh sağlığı doktorlarını, polisleri, gizliliği çağrıştırıyor. Burada da hastalıkla suç arasında bir yerde duruyor. Belki "suçlu hastalık" dersek, toplumdaki yerine daha uygun bir deyim de olabilir.
Kullandığımız dilin sözcüklerine iyice bakılınca nerelerden kaçtığımız, nerelerden kaçmak istediğimizi, neleri gizlemek istediğimizi de bize gösterir. "Homo" ya da "eş" sözcükleri kendi başına çok başka anlamlar taşıdığı halde "cinsel" sözcüğüyle birleşince belirli bir anlamı yüklenmektedir. Oysa dilimizin günlük pratiğinde bu anlamda kullandığımız "ibne" sözcüğü çok geniş anlamlar yüklenir. Bu da kendi başına anlamlıdır.
En Kirli İlişki mi?..
Cinsellikle ilgili kitapların, yazıların en güç bölümü bu bölümüdür. Çünkü bu bölümü ahlak kaygılarının dışında yazmak en nesnel bakışlı yazarlar için bile kolay değildir. Ben de bu konuya ahlak kaygılarımızın dışında bakabildiğimizi sanmıyorum. Çünkü yetişmemizin her bölümünde hep ahlak kaygılarıyla donatıldık, bununla gurur duyduk, bununla varolduk, bununla yaşadık. Hayatımızın bir döneminde bu ahlak kaygılarının yanlış olabileceğini düşününce, hele de nesnel düşünme kaygısı daha önce öğretilmiş ahlak kaygılarından daha önemli bulununca, bu konularda özgür düşünme olasılığı artacaktır ama insan dugularının değişmesi daha güçtür. Hele de değer yargılarımızı yeniden yargılamanın güçlüğünü dikkate alırsak...
Kabul etmemiz gerekiyor ki, "eşcinsellik olgusu"na bakışımız, düşünce planında daha anlayışlı, daha yansız olduğu halde, duygu planında yeterince anlayışlı da değildir, yansız da. Nedenleri mi?
Bu nedenlerin başında bütün hayatımız boyunca "ibne olma"nın en aşağılık, en kötü, en pis olduğunu "öğrenmemiz" gelir. Bu öğreti hem korkuyla hem de şiddetle pekiştirilmiştir. Gariptir ki, "erkek eşcinselliği" Osmanlı döneminin -dinsel yapısına karşın- hiç de kınanmadığı, dahası cinsel hayatında yer verdiği bir toplumsal davranış olduğu halde, bizim kuşaklarımız bu konuda bağnazlığa varan bir karşıtlıkla yetiştirildik. Belki geçmişin korkularıyla da pekiştirilen bu şiddetli karşı tavır, bizim cinselliğe bakışımızı da biçimlendirmiş olmalıdır.
Bu biçimlendirmede en önemli kabullerden birisi, "önümüzle gurur duymak-arkamızdan utanmak" olmuştur. Arkamızdan, orada olan "anüs"ten, utanmak, korkmak, "oramızı" aşağılamak, artık hayatımız boyunca taşıyacağımız bir duygu olacaktır. Dilimize "anüs"le ilgili olarak yerleşmiş deyimler de, hep "korku"yla birlikte, "aşağılanma"yla birlikte kullanılacaktır.
Kendi bedenimiz üzerinde yaşadığımız ikilemin hayatımız boyunca cinsel yaşamımızı nasıl etkilediği de enine boyuna araştırılması gereken bir konudur. Ama belirgin bir korkunun kültürümüzün erkeklerinde "anüs korkusu" olarak yaşadığını kabul etmeliyiz.
"Anüs Korkusu"...
Dilimizin konuşma alanında kullanılan sözcükleriyle "arka", "alt", "geri" diyebildiğimiz, en fazla "kıç" sözünü kullanabildiğimiz "anüs", böylece hem utancımızı, hem korkumuzu temsil eder duruma gelmiştir. Bedenimizin bu bölgesini "tabu" kılmışızdır. "Orası" yavaş yavaş hayatımızın işlevlerinden bile çıkarılmıştır.
Onun için de insanların en söz etmek istemedikleri hastalıkları bu bölgenin hastalıklarıdır. "Hemoroid" ya da halk dilinde "basur memesi", insanlarımızın erkek olsun kadın olsun en zor doktora geldikleri hastalıkların başında yer alır. "Orada" olup biten şeyler hepimize çok sıkıntı verir, çünkü "oramız"dan söz etmek, dahası "oramızı" açıp doktora göstermek, doktorun önünde eğilmek, "oramıza" parmak sokmasına izin vermek bize hep ağır gelmiştir. Böyle bir hastanın sözlerine "özür dilerim ama..." diye başlaması bile çok dikkatimizi çekmelidir.
"Anüs korkusu" erkeklerin korkusudur ama toplumsal ideoloji bu korkuyu kadınlara da öğretmiştir. Kadınlar da kendi anüslerinden nefret ederler, kendi anüsleriyle ilgili davranışlardan çok rahatsız olurlar. Bu biçimdeki cinsel isteklerin erkek tarafından yansıtılması "ters ilişki" sözcükleriyle belirtilir ve kadınların erkekleri öldürmelerinde "hafifletici sebep" sayılır.
Ne gariptir ki toplumun bu yaygın korkusu ülkemizde yayımlanan "korku kitapları"nın hiçbirinde yer almamıştır, belki de bu korku, dile getirilemeyecek kadar şiddetle içimizde yaşamaktadır.
Aslında "ağız" ile "anüs" arasında biyolojik oluşum bakımından hiçbir fark yoktur. Bu iki sözcük, sindirim borusunun başlangıcıyla bitişini anlatmaktadır. Ağzımızdan giren besin maddeleri sindirim borusunun çeşitli yerlerinde sindirilmekte, insana gerekli maddeler alınmakta, geri kalanlar da dışarıya atılmaktadır.
Düşünürsek, ağzımızdan hiçbir besinin alınmaması ne denli önemliyse, geri kalanların atılmaması da o denli önemlidir.Burada organ hiyerarşisi dediğimiz yapay sınıflandırmayı aşarak bakınca, "anüs"le "ağız" arasında hiçbir fark bulamayız.Ama toplumsal ideolojimiz, organlarımız arasında öyle sınıf farkları yaratmıştır ki, bunları tartışmaktan bile kaçınmışızdır.
İşte bu nedenlerle de "ağız" çok övündüğümüz, yücelttiğimiz, kutsadığımız organımız olmuştur, "anüs" ise unutmak istediğimiz, aşağıladığımız, korku kaynağımız olan utancımız olmuştur.
Belden aşağımız, organlarımızın "getto"su olmuştur, "anüs" ayrıca organlarımızın "paryası" olmuştur. Cinselliğe doğru bakmanın yolu belki de organlarımıza doğru bakmaktan geçiyor. Organları sınıflara ayıran bir ideoloji, bir düşünce sistemi cinselliğe nasıl doğru bakabilir ki?.."
13 Temuz 2001
geocities.com/WestHollywood/Stonewall/7538/haberler/dr_erdal_atabek.html
"Türkiye'de genç bir erkeğin en büyük korkusu "ibne sanılmak"tır dersek yanılmış olmayız. Burada anahtar-sözcük "ibne" sözcüğüdür. Bu sözcüğün cinsel sapmayı belirtmekten çok daha fazla işlevi vardır. "İbnelik", "ibnelik etmek" belki de cinsel yönü ile düşünülmeden "kalleşlik etmek", "arkadan vurmak", "en yakın arkadaşını satmak" gibi anlamlar taşır. "Eşcinsel" sözcüğü bu toplumsal anlamları taşımayan; cinsel seçimi farklı, neredeyse modern bir kavramı yansıtır görünüyor. "Eşcinsel" sözcüğü "ibne" sözcüğünün anlamlarıyla eşdeğer değil. Belki bir ölçüde "eşcinsel" sözcüğünün Batılı insanı çağrıştırdığı, bizim dışımızdaki bir anlayışı dile getirdiği bile söylenebilir. Bu yanıyla, bizim dışımızda kaldığı için "meşru" bile kabul edilebilir.
"Homoseksüellik" ise bir tıp terimi gibi görünüyor. Bu terim toplumda ruh sağlığı doktorlarını, polisleri, gizliliği çağrıştırıyor. Burada da hastalıkla suç arasında bir yerde duruyor. Belki "suçlu hastalık" dersek, toplumdaki yerine daha uygun bir deyim de olabilir.
Kullandığımız dilin sözcüklerine iyice bakılınca nerelerden kaçtığımız, nerelerden kaçmak istediğimizi, neleri gizlemek istediğimizi de bize gösterir. "Homo" ya da "eş" sözcükleri kendi başına çok başka anlamlar taşıdığı halde "cinsel" sözcüğüyle birleşince belirli bir anlamı yüklenmektedir. Oysa dilimizin günlük pratiğinde bu anlamda kullandığımız "ibne" sözcüğü çok geniş anlamlar yüklenir. Bu da kendi başına anlamlıdır.
En Kirli İlişki mi?..
Cinsellikle ilgili kitapların, yazıların en güç bölümü bu bölümüdür. Çünkü bu bölümü ahlak kaygılarının dışında yazmak en nesnel bakışlı yazarlar için bile kolay değildir. Ben de bu konuya ahlak kaygılarımızın dışında bakabildiğimizi sanmıyorum. Çünkü yetişmemizin her bölümünde hep ahlak kaygılarıyla donatıldık, bununla gurur duyduk, bununla varolduk, bununla yaşadık. Hayatımızın bir döneminde bu ahlak kaygılarının yanlış olabileceğini düşününce, hele de nesnel düşünme kaygısı daha önce öğretilmiş ahlak kaygılarından daha önemli bulununca, bu konularda özgür düşünme olasılığı artacaktır ama insan dugularının değişmesi daha güçtür. Hele de değer yargılarımızı yeniden yargılamanın güçlüğünü dikkate alırsak...
Kabul etmemiz gerekiyor ki, "eşcinsellik olgusu"na bakışımız, düşünce planında daha anlayışlı, daha yansız olduğu halde, duygu planında yeterince anlayışlı da değildir, yansız da. Nedenleri mi?
Bu nedenlerin başında bütün hayatımız boyunca "ibne olma"nın en aşağılık, en kötü, en pis olduğunu "öğrenmemiz" gelir. Bu öğreti hem korkuyla hem de şiddetle pekiştirilmiştir. Gariptir ki, "erkek eşcinselliği" Osmanlı döneminin -dinsel yapısına karşın- hiç de kınanmadığı, dahası cinsel hayatında yer verdiği bir toplumsal davranış olduğu halde, bizim kuşaklarımız bu konuda bağnazlığa varan bir karşıtlıkla yetiştirildik. Belki geçmişin korkularıyla da pekiştirilen bu şiddetli karşı tavır, bizim cinselliğe bakışımızı da biçimlendirmiş olmalıdır.
Bu biçimlendirmede en önemli kabullerden birisi, "önümüzle gurur duymak-arkamızdan utanmak" olmuştur. Arkamızdan, orada olan "anüs"ten, utanmak, korkmak, "oramızı" aşağılamak, artık hayatımız boyunca taşıyacağımız bir duygu olacaktır. Dilimize "anüs"le ilgili olarak yerleşmiş deyimler de, hep "korku"yla birlikte, "aşağılanma"yla birlikte kullanılacaktır.
Kendi bedenimiz üzerinde yaşadığımız ikilemin hayatımız boyunca cinsel yaşamımızı nasıl etkilediği de enine boyuna araştırılması gereken bir konudur. Ama belirgin bir korkunun kültürümüzün erkeklerinde "anüs korkusu" olarak yaşadığını kabul etmeliyiz.
"Anüs Korkusu"...
Dilimizin konuşma alanında kullanılan sözcükleriyle "arka", "alt", "geri" diyebildiğimiz, en fazla "kıç" sözünü kullanabildiğimiz "anüs", böylece hem utancımızı, hem korkumuzu temsil eder duruma gelmiştir. Bedenimizin bu bölgesini "tabu" kılmışızdır. "Orası" yavaş yavaş hayatımızın işlevlerinden bile çıkarılmıştır.
Onun için de insanların en söz etmek istemedikleri hastalıkları bu bölgenin hastalıklarıdır. "Hemoroid" ya da halk dilinde "basur memesi", insanlarımızın erkek olsun kadın olsun en zor doktora geldikleri hastalıkların başında yer alır. "Orada" olup biten şeyler hepimize çok sıkıntı verir, çünkü "oramız"dan söz etmek, dahası "oramızı" açıp doktora göstermek, doktorun önünde eğilmek, "oramıza" parmak sokmasına izin vermek bize hep ağır gelmiştir. Böyle bir hastanın sözlerine "özür dilerim ama..." diye başlaması bile çok dikkatimizi çekmelidir.
"Anüs korkusu" erkeklerin korkusudur ama toplumsal ideoloji bu korkuyu kadınlara da öğretmiştir. Kadınlar da kendi anüslerinden nefret ederler, kendi anüsleriyle ilgili davranışlardan çok rahatsız olurlar. Bu biçimdeki cinsel isteklerin erkek tarafından yansıtılması "ters ilişki" sözcükleriyle belirtilir ve kadınların erkekleri öldürmelerinde "hafifletici sebep" sayılır.
Ne gariptir ki toplumun bu yaygın korkusu ülkemizde yayımlanan "korku kitapları"nın hiçbirinde yer almamıştır, belki de bu korku, dile getirilemeyecek kadar şiddetle içimizde yaşamaktadır.
Aslında "ağız" ile "anüs" arasında biyolojik oluşum bakımından hiçbir fark yoktur. Bu iki sözcük, sindirim borusunun başlangıcıyla bitişini anlatmaktadır. Ağzımızdan giren besin maddeleri sindirim borusunun çeşitli yerlerinde sindirilmekte, insana gerekli maddeler alınmakta, geri kalanlar da dışarıya atılmaktadır.
Düşünürsek, ağzımızdan hiçbir besinin alınmaması ne denli önemliyse, geri kalanların atılmaması da o denli önemlidir.Burada organ hiyerarşisi dediğimiz yapay sınıflandırmayı aşarak bakınca, "anüs"le "ağız" arasında hiçbir fark bulamayız.Ama toplumsal ideolojimiz, organlarımız arasında öyle sınıf farkları yaratmıştır ki, bunları tartışmaktan bile kaçınmışızdır.
İşte bu nedenlerle de "ağız" çok övündüğümüz, yücelttiğimiz, kutsadığımız organımız olmuştur, "anüs" ise unutmak istediğimiz, aşağıladığımız, korku kaynağımız olan utancımız olmuştur.
Belden aşağımız, organlarımızın "getto"su olmuştur, "anüs" ayrıca organlarımızın "paryası" olmuştur. Cinselliğe doğru bakmanın yolu belki de organlarımıza doğru bakmaktan geçiyor. Organları sınıflara ayıran bir ideoloji, bir düşünce sistemi cinselliğe nasıl doğru bakabilir ki?.."
13 Temuz 2001
geocities.com/WestHollywood/Stonewall/7538/haberler/dr_erdal_atabek.html
25 Haziran 2001 Pazartesi
Medya ve Eşcinsellik
Medya... Halkın gözü, kulağı bir yerde de halkın sesi oluyor. Olan bitenden, toplumumuzun çeşitli kesimlerinden, bazen herkesi bazen de hiçkimseyi ilgilendirmeyen konulardan haberdar oluyoruz sayesinde. Peki ya hiç medyayı bizim açımızdan düşündünüz mü? Hiç, medyanın bize; hayatımıza, yaşantımıza, hak ve özgürlüklerimize, amaçlarımıza, isteklerimize değindiğini gördünüz mü? Elbette! Ama ne şekilde? Medyadaki rolümüz, sadece ve sadece tüm toplumumuzun büyük çoğunluğunu oluşturan heteroseksistleri ve homofobiye sıkı sıkıya bağlanmış insanları eğlendirebilmek, çoğu zaman zaten sarfettikleri küfür bazlı sözcükleri, tekrar etmelerini sağlamak. Medyanın kendi çıkarlarını düşünerek malzeme yaptığı tüm eşcinsel içerikli konularda tek neden olduğu şey, insanların yanlış olan görüşlerine birkaç yanlış daha eklemek. Haberlerin yapımında emeği geçenler diyoruz ya, işte o kişiler kimler sizce? Sizce içlerinde eşcinsel olma olasılığı var mı? Bence bu olasılık %0. “Neden?” diyeceksiniz. Eşcinsellik basın sektöründe yok mu? Var, olmaz olur mu! Hiç de azımsanamayacak ölçüde mevcut. Yalnız, hiç sanmıyorum ki bu şahıslar tarafından, medyaya yansıtılan eşcinsel haberlerine bir katkıda bulunulmuş veya müdahale edilmiş olsun. Kimseyi eleştirme amacında değilim. Toplumun her alanında eşcinseller var elbette, ama biliniyor mu? Hayır. Saklanmak, sakınmak ve gizlemek zorundalar bu durumu. Yoksa en basitinden örnek vermek gerekirse işlerinden olurlar. Biraz daha ileri seviyede bir örnek isterseniz, beklenmedik bir yerde ve zamanda aşşağılanmaya, tartaklanmaya maruz kalabilirler ya da büyük bir nefretle katledilmeleriyle sonuçlanabilir. Bunları söyleyerek varmak istediğim yer şu, hiç kimse bu saydıklarımı göze alarak, yapılan haberlerin doğruluğunu veya yanlışlığını tartışmaya kalkmaz. Haber, yapımından sorumlu olan kişinin eşcinselliğe bakış açısına bağlı olarak gelir karşımıza. O andan sonra da geri dönüş yoktur zaten. Ulaşacağı kadar kitleye ulaşmıştır. Darmadağın, saçma sapan yargıları olan insanlara biraz daha homofobiklik aşılar genelde. Çoğu haberde de yapımcının homofobikliği ile doğru orantılı bir biçimde eşcinselleri aşşağılama ve alay söz konusudur. Zaten amaç, eşcinsellik konusunda bi haber olan toplumumuzu, bu bilinmeyen konuyu gülünecek, eğlenilecek bir şeymiş gibi göstererek izleyici kitlesi oluşturmak. Toplumumuzda da homofobik insanların, bizlere büyük nefret besleyen insanların da çoğunlukta olması sayesinde bu amaçlarına oldukça ulaştıklarını düşünüyorum.
Gazetelerdeki yazılarda, eşcinselliğe doğru bir bakış açısıyla yazılmış, insanlara bizlerin öncelikle insan olduğunu hatırlatan bir yazı okudunuz mu hiç peki? Ben bir tane altın değerinde yazı okudum! Kim mi yazmış? Can DÜNDAR. Saygıdeğer(!) milletvekili, sayın(!) Mehmet GÜL’ün sahip olduğu homofobikliği sayesinde sarfettiği “anlamsız sözler topluluğu”na cevap niteliğinde değil, haddini bildirme niteliğinde olan bu yazıyı yazan SAYIN CAN DÜNDAR’I ŞİDDETLE TEBRİK EDİYORUM. Söylenebilecek en doğru sözleri, en doğru biçimde iletmiş Sayın Dündar. Sayın(!) Mehmet GÜL’ün tarihin çeşitli dönemlerinde yaşaması halinde, tarihe altın harflerle yazılan kişilerin, nasıl hiç duyulmamış bireyler haline geleceğini; eserlerinin ve insanlığa sağladıkları değerlerin nasıl hiç varolmamış olacağını en mükemmel örneklerle, mantığı olmayan(!) insanların dahi anlayacağı şekilde anlatmış. Bir kez daha tebrik etmek istiyorum.
Ne yazıktır ki, Sayın Dündar gibi sağlıklı düşünüşlere sahip, aklı baliğ aydınlarımız, yazarlarımız, düşünürlerimiz yok denecek kadar az. Bu bir avuç değerli insanlarımız da toplumun farklı sorunlarını ele almakta daha fazla yarar görüyorlar ki sesleri hiç duyulmuyor. Belki de ben yanlış düşünüyorum! Belki onlar eşcinsellik konusuna, bu konuda yayınlanan saçma, baştan savma haberlere değiniyorlar; fakat çatısı altında bulundukları oluşumların baskısı nedeniyle topluma ulaşamıyorlardır. Bir çok görüş ileri sürülebilir. Özgürce yazabilecekleri bir ortam sağlansa, kendilerinin yorumları, düşünceleri sorulup, herşey tüm açıklığıyla yayınlanabilse sorunumuzun kalmayacağına inanıyorum.
Siyaset konusunda hiçbir bilgim ve ilgim olmadığı için, bizlerin yasalarca nasıl kabul edilip; dünyanın çoğu ülkesindeki eşcinsellerin yararlanabildiği hak ve özgürlüklerden Türkiye’de nasıl yararlanabilir konuma geleceğimizi bilemiyorum. Hatta bu konuyu düşünmek beni hem ürkütüyor hem de üzüyor. Nedenini hepimiz biliyoruz. Homofobik, eşcinselliğe sapıklık veya hastalıkmış gibi bakan bir toplumda; eşcinsellerin haklarına kavuşabilmeleri ve toplum tarafından kabul edilmeleri pek de kolay gözükmüyor. Televizyonda çıkan haberlerde de eşcinsellik değil de, genelde gülünç duruma düşürülmüş travesti ve transeksüeller ele alınıyor ve böylece eşcinselliğin sadece bu görüntülerden ibaret olduğu ifade edilip; hiçbir normal yanının olmadığı görüşüne bir kez daha geçerlilik kazandırılmış oluyor. Toplumun, Türkiye’deki gelişme ve gerilemelerden, olaylardan en fazla haberdar olduğu yol televizyon olduğuna; bu iletişim aracında da sürekli yanlış bilgiler verildiğine ve yanlış düşüncelerle çıkarmalar yapıldığına göre, toplumun bilinçlenmesi, bilgilenmesi ve doğruları farkedebilmesi mümkün mü sizce?
Amaçlarımıza ulaşmak için bize düşen görevler ne kadar belirli, nelerle sınırlı pek bilinmiyor. Ne şekilde sesimizi duyurmalıyız, tüm Türkiye’ye ne şekilde ulaşabiliriz bilemiyorum. Bir çok yol var; biz ne kadarını kullanabiliriz, ne kadar çıkar yol bulabiliriz orası da belli değil. Fakat bir kitleye ulaşabilmek, belirli yayınlar aracılığıyla olduğuna göre, medyanın bu iletişimde mutlaka kullanılıyor olması gerekiyor. Öyle sıradan, izleyici oranlarını arttırmak için yapılmış, baştan savma bir haber gibi değil; tüm toplumun sorununu tartışır gibi ciddi, gerçekler ile yaşamasını öğrenmiş, aydın kişiler ile yapılacak bir haber olmalı bu. Eğer böyle yapılmayacaksa zaten bir sonuç alınamaz. Hatta, daha da fazla önyargılar ve tabular oluşacağı kuşkusuz. Son günlerde de içinde bulunduğumuz ekonomik kaos nedeniyle, değinilecek konular arasında eşcinselliğin olabileceğini sanmıyorum.
Yapmamız gereken, medya ile iletişim içinde olmak ve Türk toplumunun düşünceleri arasında yer alan yanlış eşcinsel imajını silip, gerçekleri gösterebilecek haberlerin, tartışmaların, açıklamaların, duyuruların, bildirilerin gerçekleştirilmesini sağlamaktır. Nasıl yapılacağı konusunda ise bir kişinin görüşü değil, hepimizin görüşleri değerlendirilmeli. Dünyanın hiçbir ülkesinde ne eşcinselliğin toplum tarafından kabul edilmesi ne de toplumsal zaferlerin kazanılması bir kişinin sayesinde gerçekleşmemiştir. Amaçları uğruna savaş veren, çaba gösteren insanların sayesinde kazanılmıştır herşey.
Türkiye’de, eşcinsellere karşı olumsuz toplum görüşü aşılmadıkça, hiçbir eşcinsel kabuğundan sıyrılıp haklarımızı savunmaya kalkamaz. Ailesinden, okulundaki veya iş çevresindeki insanlardan, arkadaşlarından gizlenmek zorundadır. Kimse, hem haksız yere hem de durduk yerde aşşağılanmayı, küçük düşürülmeyi, dışlanmayı, işinden olmayı istemez değil mi? Peki bizlerin haklarını kim savunacak? Avukat mı? Hayır!... Yine kendimiz savunmak zorundayız fakat bunu başarabilmemiz için de oldukça yardıma ihtiyacımız var. Ne maddi, ne de manevi yardım bu! Sadece sesimizi duyurabilmemiz için gereken fırsatlara ihtiyacımız var. Doğru kişilerle, doğru yerde ve doğru zamanda.
Desteğinizi esirgemeyeceğinizi ümit ederek, görüşlerimi sizinle paylaşmak istedim. Baskı altında, kişiliğini gizleyerek yaşamak zorunda kalan; açık verdiğinde zulume uğrayan; aşklarını hiçbir zaman heteroseksüel ilişkiler kadar özgür yaşayamayan; amaçsız insanlar tarafından katledilen eşcinseller adına sizlere sesimizi duyurmak istedim. Sizlerin de, bizlerin sesini ulaşması gereken kitleye, yani Türk Toplumu’na duyuracağınızı ümit ediyorum.
Sizce, Türkiye hangi yılda yaşıyor? 2001’de mi? Hiç sanmıyorum. Her yerde, her zaman duyduğumuz ülkelerden bahsetmek istemiyorum şimdi. Her gün yeterince haberlerini alıyoruz. Onlar 2001 yılını da çoktan aştılar. Her konuda. Eşcinsellik ise bu konulardan en ufak olanıydı onlar için. Artık Türkiye için de zamanı geldiğini düşünüyorum.
Vereceğiniz destek; sarfedeceğiniz her kelime, duyuracağınız her ses için sizlere en azından kendim adına TEŞEKKÜR EDİYORUM.
Saygılar...
25.06.2001- UnReAcHAbLe_DrEaM
Gazetelerdeki yazılarda, eşcinselliğe doğru bir bakış açısıyla yazılmış, insanlara bizlerin öncelikle insan olduğunu hatırlatan bir yazı okudunuz mu hiç peki? Ben bir tane altın değerinde yazı okudum! Kim mi yazmış? Can DÜNDAR. Saygıdeğer(!) milletvekili, sayın(!) Mehmet GÜL’ün sahip olduğu homofobikliği sayesinde sarfettiği “anlamsız sözler topluluğu”na cevap niteliğinde değil, haddini bildirme niteliğinde olan bu yazıyı yazan SAYIN CAN DÜNDAR’I ŞİDDETLE TEBRİK EDİYORUM. Söylenebilecek en doğru sözleri, en doğru biçimde iletmiş Sayın Dündar. Sayın(!) Mehmet GÜL’ün tarihin çeşitli dönemlerinde yaşaması halinde, tarihe altın harflerle yazılan kişilerin, nasıl hiç duyulmamış bireyler haline geleceğini; eserlerinin ve insanlığa sağladıkları değerlerin nasıl hiç varolmamış olacağını en mükemmel örneklerle, mantığı olmayan(!) insanların dahi anlayacağı şekilde anlatmış. Bir kez daha tebrik etmek istiyorum.
Ne yazıktır ki, Sayın Dündar gibi sağlıklı düşünüşlere sahip, aklı baliğ aydınlarımız, yazarlarımız, düşünürlerimiz yok denecek kadar az. Bu bir avuç değerli insanlarımız da toplumun farklı sorunlarını ele almakta daha fazla yarar görüyorlar ki sesleri hiç duyulmuyor. Belki de ben yanlış düşünüyorum! Belki onlar eşcinsellik konusuna, bu konuda yayınlanan saçma, baştan savma haberlere değiniyorlar; fakat çatısı altında bulundukları oluşumların baskısı nedeniyle topluma ulaşamıyorlardır. Bir çok görüş ileri sürülebilir. Özgürce yazabilecekleri bir ortam sağlansa, kendilerinin yorumları, düşünceleri sorulup, herşey tüm açıklığıyla yayınlanabilse sorunumuzun kalmayacağına inanıyorum.
Siyaset konusunda hiçbir bilgim ve ilgim olmadığı için, bizlerin yasalarca nasıl kabul edilip; dünyanın çoğu ülkesindeki eşcinsellerin yararlanabildiği hak ve özgürlüklerden Türkiye’de nasıl yararlanabilir konuma geleceğimizi bilemiyorum. Hatta bu konuyu düşünmek beni hem ürkütüyor hem de üzüyor. Nedenini hepimiz biliyoruz. Homofobik, eşcinselliğe sapıklık veya hastalıkmış gibi bakan bir toplumda; eşcinsellerin haklarına kavuşabilmeleri ve toplum tarafından kabul edilmeleri pek de kolay gözükmüyor. Televizyonda çıkan haberlerde de eşcinsellik değil de, genelde gülünç duruma düşürülmüş travesti ve transeksüeller ele alınıyor ve böylece eşcinselliğin sadece bu görüntülerden ibaret olduğu ifade edilip; hiçbir normal yanının olmadığı görüşüne bir kez daha geçerlilik kazandırılmış oluyor. Toplumun, Türkiye’deki gelişme ve gerilemelerden, olaylardan en fazla haberdar olduğu yol televizyon olduğuna; bu iletişim aracında da sürekli yanlış bilgiler verildiğine ve yanlış düşüncelerle çıkarmalar yapıldığına göre, toplumun bilinçlenmesi, bilgilenmesi ve doğruları farkedebilmesi mümkün mü sizce?
Amaçlarımıza ulaşmak için bize düşen görevler ne kadar belirli, nelerle sınırlı pek bilinmiyor. Ne şekilde sesimizi duyurmalıyız, tüm Türkiye’ye ne şekilde ulaşabiliriz bilemiyorum. Bir çok yol var; biz ne kadarını kullanabiliriz, ne kadar çıkar yol bulabiliriz orası da belli değil. Fakat bir kitleye ulaşabilmek, belirli yayınlar aracılığıyla olduğuna göre, medyanın bu iletişimde mutlaka kullanılıyor olması gerekiyor. Öyle sıradan, izleyici oranlarını arttırmak için yapılmış, baştan savma bir haber gibi değil; tüm toplumun sorununu tartışır gibi ciddi, gerçekler ile yaşamasını öğrenmiş, aydın kişiler ile yapılacak bir haber olmalı bu. Eğer böyle yapılmayacaksa zaten bir sonuç alınamaz. Hatta, daha da fazla önyargılar ve tabular oluşacağı kuşkusuz. Son günlerde de içinde bulunduğumuz ekonomik kaos nedeniyle, değinilecek konular arasında eşcinselliğin olabileceğini sanmıyorum.
Yapmamız gereken, medya ile iletişim içinde olmak ve Türk toplumunun düşünceleri arasında yer alan yanlış eşcinsel imajını silip, gerçekleri gösterebilecek haberlerin, tartışmaların, açıklamaların, duyuruların, bildirilerin gerçekleştirilmesini sağlamaktır. Nasıl yapılacağı konusunda ise bir kişinin görüşü değil, hepimizin görüşleri değerlendirilmeli. Dünyanın hiçbir ülkesinde ne eşcinselliğin toplum tarafından kabul edilmesi ne de toplumsal zaferlerin kazanılması bir kişinin sayesinde gerçekleşmemiştir. Amaçları uğruna savaş veren, çaba gösteren insanların sayesinde kazanılmıştır herşey.
Türkiye’de, eşcinsellere karşı olumsuz toplum görüşü aşılmadıkça, hiçbir eşcinsel kabuğundan sıyrılıp haklarımızı savunmaya kalkamaz. Ailesinden, okulundaki veya iş çevresindeki insanlardan, arkadaşlarından gizlenmek zorundadır. Kimse, hem haksız yere hem de durduk yerde aşşağılanmayı, küçük düşürülmeyi, dışlanmayı, işinden olmayı istemez değil mi? Peki bizlerin haklarını kim savunacak? Avukat mı? Hayır!... Yine kendimiz savunmak zorundayız fakat bunu başarabilmemiz için de oldukça yardıma ihtiyacımız var. Ne maddi, ne de manevi yardım bu! Sadece sesimizi duyurabilmemiz için gereken fırsatlara ihtiyacımız var. Doğru kişilerle, doğru yerde ve doğru zamanda.
Desteğinizi esirgemeyeceğinizi ümit ederek, görüşlerimi sizinle paylaşmak istedim. Baskı altında, kişiliğini gizleyerek yaşamak zorunda kalan; açık verdiğinde zulume uğrayan; aşklarını hiçbir zaman heteroseksüel ilişkiler kadar özgür yaşayamayan; amaçsız insanlar tarafından katledilen eşcinseller adına sizlere sesimizi duyurmak istedim. Sizlerin de, bizlerin sesini ulaşması gereken kitleye, yani Türk Toplumu’na duyuracağınızı ümit ediyorum.
Sizce, Türkiye hangi yılda yaşıyor? 2001’de mi? Hiç sanmıyorum. Her yerde, her zaman duyduğumuz ülkelerden bahsetmek istemiyorum şimdi. Her gün yeterince haberlerini alıyoruz. Onlar 2001 yılını da çoktan aştılar. Her konuda. Eşcinsellik ise bu konulardan en ufak olanıydı onlar için. Artık Türkiye için de zamanı geldiğini düşünüyorum.
Vereceğiniz destek; sarfedeceğiniz her kelime, duyuracağınız her ses için sizlere en azından kendim adına TEŞEKKÜR EDİYORUM.
Saygılar...
25.06.2001- UnReAcHAbLe_DrEaM
9 Mart 2001 Cuma
Transseksüellik
Günümüzde bilinen içsalgı bezlerini inceleme teknikleriyle, transeksüel hastalarda ve normal denetim gruplarında cinsel hormonlar arasında bir fark saptamak olanaksızdır. Bununla birlikte, transseksüel hastalar, beyindeki hipotalamustan salgılanan hormonların hipofiz ve gonad hormanlarıyla tepkileşmesi ve etkileşme biçimi bakımından belki de atipiktirler. Bu dogruysa; transseksüelligin doğum öncesi ve erken bebeklik dönemlerinden kaynaklanıyor olması, en güçlü olasılıktır. Birbirini izleyen çeşitli etkenlerin transseksüelliği etkilediği, gerçeğe en yakın açıklama gibi görünmekle birlikte, transseksüellikte kalıtımsal bir öğenin söz konusu olduğuna ilişkin hiçbir geçerli varsayım yoktur.
Transseksüellerin gelişme öyküleri farklıdır. Bu tip; kadınsı erkeklerden, başka bir tipse erkeksi kadınlardan oluşmaktadır. Bu kişilerin geçmişinde, çok erken yaşlardan başlayarak, aynı cinsten eşleri kapsayan etkin bir erotik (deneyim değilse de) imgelem öyküsü vardır. İkinci tipi, çocuklukta ve yeniyetmelikte cinsiyetine aykırı hiçbir belirti göstermemiş olsa bile, gizliden gizliye her zaman cinsiyet değişikliğini takıntı haline getirmiş kişiler oluşturur; ergenlik döneminde bu kişiler, erotik olarak eylemsizdir. Orta yaşa kadar transseksüellik (karşı cinsin kılığına girme) eğilimi gösterdikten sonra, herhangi bir bunalım etkisiyle transseksüelliğin apansızın ortaya çıktığı kişiler de üçüncü bir tip oluşturur.
Transseksüellik, kişinin doğumdaki cinsiyetinden şiddetli hoşnutsuzluk duyduğu nispeten ender durumlarda bir rehabilitasyon yöntemidir. Cerrahi yollara başvurulmadan önce, cinsiyet değişikliğinin başarı olasılığını değerlendirmenin yollarından biri, bir süre karşı cinsin üyesi olarak yaşamak, çalışmaktır. Çünkü, hormon müdahalesinden geri dönülebilirse de, cerrahi müdahalenin geri dönüşü yoktur. Bu nedenle, cinsiyet değişikliğinin bütün ruhsal ve toplumsal sonuçları ameliyattan çok önce kavranırsa, hata olasılığı aşağı yukarı bütünüyle ortadan kalkar.
Özlem Özge YÜREKLİ
geocities.com/ozlemce_us/
kadinlar.com - 09 Mart 2001
Transseksüellerin gelişme öyküleri farklıdır. Bu tip; kadınsı erkeklerden, başka bir tipse erkeksi kadınlardan oluşmaktadır. Bu kişilerin geçmişinde, çok erken yaşlardan başlayarak, aynı cinsten eşleri kapsayan etkin bir erotik (deneyim değilse de) imgelem öyküsü vardır. İkinci tipi, çocuklukta ve yeniyetmelikte cinsiyetine aykırı hiçbir belirti göstermemiş olsa bile, gizliden gizliye her zaman cinsiyet değişikliğini takıntı haline getirmiş kişiler oluşturur; ergenlik döneminde bu kişiler, erotik olarak eylemsizdir. Orta yaşa kadar transseksüellik (karşı cinsin kılığına girme) eğilimi gösterdikten sonra, herhangi bir bunalım etkisiyle transseksüelliğin apansızın ortaya çıktığı kişiler de üçüncü bir tip oluşturur.
Transseksüellik, kişinin doğumdaki cinsiyetinden şiddetli hoşnutsuzluk duyduğu nispeten ender durumlarda bir rehabilitasyon yöntemidir. Cerrahi yollara başvurulmadan önce, cinsiyet değişikliğinin başarı olasılığını değerlendirmenin yollarından biri, bir süre karşı cinsin üyesi olarak yaşamak, çalışmaktır. Çünkü, hormon müdahalesinden geri dönülebilirse de, cerrahi müdahalenin geri dönüşü yoktur. Bu nedenle, cinsiyet değişikliğinin bütün ruhsal ve toplumsal sonuçları ameliyattan çok önce kavranırsa, hata olasılığı aşağı yukarı bütünüyle ortadan kalkar.
Özlem Özge YÜREKLİ
geocities.com/ozlemce_us/
kadinlar.com - 09 Mart 2001
Cinsel Özgürlük
Cinsel konular toplumumuzda, nedense, hep tabudur. Cinsellik konusunda pek konuşulmaz. İrdelemeler yapılmaz. Herkes birşeyleri, üstünkörü de olsa, bilir, ama konuşmaz ve tabii ki gönül rahatlığıyla yaşayamaz. Bunun nedeni, cinselliğin tabu olmasına karşın, konu bireysel düzeye indirgendiğinde, özel yaşam temelinde düşünüldüğünde, gerçekte 'özel' ve 'bireysel'in olmaması ve konunun adeta 'kamu'nun ortak malı olarak görülmesinin sonucu da herkesin herkese, bu konuda konuşma hakkını kendinde görmesidir.
Cinsellik ve cinsel yaşam kişiye özeldir ve kişilerin bunu gönül rahatlığıyla yaşayabilmeleri gerekir. Özel yaşam, karışılamaz bir özel alandır. Cinsel özgürlüğün ve cinsel yaşamın da bu alanda önemli bir yeri vardır. Cinsel özgürlük dediğimizde, kadınlar açısından düşünürsek, bekaret baskısı, birlikte yaşama, eşcinsellik (homoseksüellik) ve biseksüelliğe karşı önyargı ve baskılar, flörte karşı çıkılması gibi konular, hemen aklımıza gelebilecek, önemli konular.
Bekaret baskısıyla biz kadınlar çok fazla sınırlanır ve hatta bazen de deyim yerindeyse, boğuluruz. Yukarıda saydığımız toplumdaki tabulardan biridir bekaret. 'Bekaret' yüzünden dağılan yuvalar, işlenen namus cinayetleri, kavgaları toplumumuzda sık rastlanır olaylardır. Ailenin namusu, ailedeki kadınların omuzlarına yüklenmiştir. Buna ihanet ederse, cezası dayaktan başlayıp, ölüme kadar varabilir. Toplum da böyle kadınlara 'kötü' gözüyle bakar ve damgalar. Bu kadın, onların gözünde artık 'potansiyel' bir 'fahişe'dir.
Sevindiricidir ki, bu önyargılı çarpık tutum, toplumun özellikle eğitim ve bilinç düzeyi yüksek kesimlerinde değişmeye ve yok olmaya başlamıştır. Bu da yerindedir. Çünkü, gelişmeyle birlikte, kişilerin özel yaşam haklarına duyulan ve gösterilen saygının da artması beklenen bir durumdur.
Her ne kadar özel yaşam, kişisel ve cinsel olsa da, flört ve birlikte yaşama, toplumda tam anlamıyla kabul görmemiş durumlardır. Bireylerin, istedikleri kişilerle, istedikleri gibi yaşama istek ve haklarına saygı duyulmaz. Oysa bireyler, başkalarının haklarını çiğnememek koşuluyla, özgürlüklerini sonuna kadar kullanma hakkına sahiptirler. Birlikte yaşamanın 'zina' olarak kabul edildiğini hemen hepimiz biliriz. Ceza yasası taraflardan birinin evli olması durumunda eylemi suç olarak nitelendirmiştir. Bu nedenden dolayı da, böyle bir ithamla yakalanan kadın ve erkek cezayı hak ederler... Ancak, her zaman olduğu gibi, yine kadının cezası daha fazladır. Kadının zina suçunu işlemiş sayılması için, bir evde/yerde sözkonusu erkekle tek başına, 'uygunsuzluk' koşulu aranmaksızın bulunmuş olması yeterli görülürken, erkeğin sözkonusu kadınla, ayrı bir ev tutarak birlikte yaşamış olmasının ispatlanması halinde bu zina nedeni olmaktadır. Biz kadınlar yasalardaki bu haksız durumun dışında, bir de toplumun damgalaması ile çifte ceza görürüz. Erkekler ise, toplumun değerlerine göre, yine 'elinin kınasını yakmıştır'. Bu durumdan gurur bile duyabilir.
Bu konuda yasalara bakışımız, varolan haksız düzenlemelerin iyileştirilmesi yönünde istemde bulunmak şeklinde sözkonusudur. Ülkemiz nüfusunun yarısını oluşturan biz kadınlar, eğer gerçekten istersek, yasalardaki eksiklik ve haksızlıkların giderilmesini sağlayabiliriz...
Bu başlık altında ele alacağımız bir diğer konu da cinsel tercihler konusunda toplumda var olan önyargı ve baskılardır. Bu başlık altında eşcinsellik dediğimiz homoseksüellik ve her iki cinsle de beraber olan için kullandığımız biseksüellik yeralıyor.
Eşcinsellik dendiğinde, bazı çevrelerden gelen tepkiler, bunun sapıklık, hastalık, anormallik, doyumsuzluk olduğu yönündedir. Oysa, kişinin kendi cinsinden biriyle beraber olmak istemesi, tamamen, o kişinin cinsel seçimidir. Ayrıca, son yıllarda eşcinsellik konusunda yapılan araştırmalar sonucunda, cinssel seçimler konusunda, genlerden kaynaklanan etkilerin varlığı da savunulmaktadır. Eşcinselliği, ister fiziksel nedenlerden kaynaklansın, isterse kişinin özgür irade ve duyguları etkilesin, sonuçta birey, ne istediği ve bunu nasıl yaşamak istediğine kendi karar verecektir. Heteroseksüellik (bireyin tercihini karşı cinsten yana kullanması) sanıldığı gibi 'normal' değil, yalnızca 'sık görülen' bir cinsel tercihtir. Eşcinselliğin yanısıra, biseksüellik (bireyin tercih yapmadan her iki cinsle de birlikte olması) de kişinin cinsellik yönünde bir seçimidir. Bu kişiler seçimlerini her iki cinsle de birlikte olma yönünde yapmışlardır.
Eşcinsellik ve biseksüellik konularında karşılaşılan sorunlarda başvurulabilecek herhangi bir koruyucu yasa bulunmamaktadır. Ancak, bu konularda başvurabileceğimiz kadın hakları, insan hakları ve demokrasi ile ilgili çalışmalar yapan kuruluşlar bu konuda bize yardımcı olabilecek kuruluşlardır. Örnek olarak, Helsinki Yurttaşlar Derneği, İnsan Hakları Derneği, İnsan Hakları Vakfı vb.
Kaynak:
Yasemin
Eksik Etek
Dördüncü Sayı
kadinlar.com - 09 Mart 2001
Cinsellik ve cinsel yaşam kişiye özeldir ve kişilerin bunu gönül rahatlığıyla yaşayabilmeleri gerekir. Özel yaşam, karışılamaz bir özel alandır. Cinsel özgürlüğün ve cinsel yaşamın da bu alanda önemli bir yeri vardır. Cinsel özgürlük dediğimizde, kadınlar açısından düşünürsek, bekaret baskısı, birlikte yaşama, eşcinsellik (homoseksüellik) ve biseksüelliğe karşı önyargı ve baskılar, flörte karşı çıkılması gibi konular, hemen aklımıza gelebilecek, önemli konular.
Bekaret baskısıyla biz kadınlar çok fazla sınırlanır ve hatta bazen de deyim yerindeyse, boğuluruz. Yukarıda saydığımız toplumdaki tabulardan biridir bekaret. 'Bekaret' yüzünden dağılan yuvalar, işlenen namus cinayetleri, kavgaları toplumumuzda sık rastlanır olaylardır. Ailenin namusu, ailedeki kadınların omuzlarına yüklenmiştir. Buna ihanet ederse, cezası dayaktan başlayıp, ölüme kadar varabilir. Toplum da böyle kadınlara 'kötü' gözüyle bakar ve damgalar. Bu kadın, onların gözünde artık 'potansiyel' bir 'fahişe'dir.
Sevindiricidir ki, bu önyargılı çarpık tutum, toplumun özellikle eğitim ve bilinç düzeyi yüksek kesimlerinde değişmeye ve yok olmaya başlamıştır. Bu da yerindedir. Çünkü, gelişmeyle birlikte, kişilerin özel yaşam haklarına duyulan ve gösterilen saygının da artması beklenen bir durumdur.
Her ne kadar özel yaşam, kişisel ve cinsel olsa da, flört ve birlikte yaşama, toplumda tam anlamıyla kabul görmemiş durumlardır. Bireylerin, istedikleri kişilerle, istedikleri gibi yaşama istek ve haklarına saygı duyulmaz. Oysa bireyler, başkalarının haklarını çiğnememek koşuluyla, özgürlüklerini sonuna kadar kullanma hakkına sahiptirler. Birlikte yaşamanın 'zina' olarak kabul edildiğini hemen hepimiz biliriz. Ceza yasası taraflardan birinin evli olması durumunda eylemi suç olarak nitelendirmiştir. Bu nedenden dolayı da, böyle bir ithamla yakalanan kadın ve erkek cezayı hak ederler... Ancak, her zaman olduğu gibi, yine kadının cezası daha fazladır. Kadının zina suçunu işlemiş sayılması için, bir evde/yerde sözkonusu erkekle tek başına, 'uygunsuzluk' koşulu aranmaksızın bulunmuş olması yeterli görülürken, erkeğin sözkonusu kadınla, ayrı bir ev tutarak birlikte yaşamış olmasının ispatlanması halinde bu zina nedeni olmaktadır. Biz kadınlar yasalardaki bu haksız durumun dışında, bir de toplumun damgalaması ile çifte ceza görürüz. Erkekler ise, toplumun değerlerine göre, yine 'elinin kınasını yakmıştır'. Bu durumdan gurur bile duyabilir.
Bu konuda yasalara bakışımız, varolan haksız düzenlemelerin iyileştirilmesi yönünde istemde bulunmak şeklinde sözkonusudur. Ülkemiz nüfusunun yarısını oluşturan biz kadınlar, eğer gerçekten istersek, yasalardaki eksiklik ve haksızlıkların giderilmesini sağlayabiliriz...
Bu başlık altında ele alacağımız bir diğer konu da cinsel tercihler konusunda toplumda var olan önyargı ve baskılardır. Bu başlık altında eşcinsellik dediğimiz homoseksüellik ve her iki cinsle de beraber olan için kullandığımız biseksüellik yeralıyor.
Eşcinsellik dendiğinde, bazı çevrelerden gelen tepkiler, bunun sapıklık, hastalık, anormallik, doyumsuzluk olduğu yönündedir. Oysa, kişinin kendi cinsinden biriyle beraber olmak istemesi, tamamen, o kişinin cinsel seçimidir. Ayrıca, son yıllarda eşcinsellik konusunda yapılan araştırmalar sonucunda, cinssel seçimler konusunda, genlerden kaynaklanan etkilerin varlığı da savunulmaktadır. Eşcinselliği, ister fiziksel nedenlerden kaynaklansın, isterse kişinin özgür irade ve duyguları etkilesin, sonuçta birey, ne istediği ve bunu nasıl yaşamak istediğine kendi karar verecektir. Heteroseksüellik (bireyin tercihini karşı cinsten yana kullanması) sanıldığı gibi 'normal' değil, yalnızca 'sık görülen' bir cinsel tercihtir. Eşcinselliğin yanısıra, biseksüellik (bireyin tercih yapmadan her iki cinsle de birlikte olması) de kişinin cinsellik yönünde bir seçimidir. Bu kişiler seçimlerini her iki cinsle de birlikte olma yönünde yapmışlardır.
Eşcinsellik ve biseksüellik konularında karşılaşılan sorunlarda başvurulabilecek herhangi bir koruyucu yasa bulunmamaktadır. Ancak, bu konularda başvurabileceğimiz kadın hakları, insan hakları ve demokrasi ile ilgili çalışmalar yapan kuruluşlar bu konuda bize yardımcı olabilecek kuruluşlardır. Örnek olarak, Helsinki Yurttaşlar Derneği, İnsan Hakları Derneği, İnsan Hakları Vakfı vb.
Kaynak:
Yasemin
Eksik Etek
Dördüncü Sayı
kadinlar.com - 09 Mart 2001
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)